Yönetici Nereli Olsun – Halife Kureyş’ten Mi Olmalı?

YÖNETİCİ NERELİ OLSUN – HALİFE KUREYŞLİ Mİ OLMALI?

Neymiş, Kureyşli (Mekkeli)[1] olmayandan başkası yönetici olamazmış!

Kabileci kültürü egemen kılmak ve birilerine yaranmak için üretilmiş yüzlerce hurafeden ve lafügüzaftan biri…

Bu hurafe sayesinde Kureyş’e mensup olanlar, egemen imtiyazlı bir sınıf olarak uzun yıllar layüsel (sorumsuz, sorgusuz ve hesap vermez) biçimde yaşamıştır.

Bugün bunları duyunca şaka gibi geliyor.

Ama şaka değil, gerçek.

Yönetici olma şartlarından birinin, Kureyşli olması anlayışı, Müslüman toplumlarda 600 yıldan uzun bir süre fiili olarak egemen olmuştur.

Emeviler (661-750) ve Abbasiler (750-1258)’deki tüm yöneticiler, bu anlayıştan dolayı Kureyşli (Mekkeli seçkin kabile) idi. Yöneticinin Kureyşli olmasına, en güçlü itiraz Haricilerden gelmiştir. Onlar, yöneticinin ehliyet ve liyakat sahibi olmasını yeterli görmüşlerdir. Ama onların bu görüşü, bazı konuları yüzeysel ve katı yorumlarından dolayı marjinal kalmıştır.

Ehliyetin ve liyakatin milliyeti veya kabilesi mi olur?

Nitekim Nebi (as) ve Dört Halife Dönemi’nde bazı istisnalar dışında, ehliyet ve liyakat esas alınıyordu.

Emeviler ve Abbasiler Dönemi’nde, yönetici olma şartlarından biri de, yöneticinin Kureyş’ten olması idi. Bu şart, dini bir hüküm olarak görülüyordu. Ancak bu kural, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı devletlerinde işlememiştir.  Bu dönemlerde, bu hadis veya bu hüküm veya bunu savunan kitaplar kamuoyunun gündemine getirilmiş midir? Elbette hayır.

Bir zamanlar, Kureyşli olandan başkasının yönetici olma ihtimalini konuşmak büyük risk içerirken, zaman gelmiş, Kureyşlinin yönetici olma ihtimalini konuşmak büyük bir riske dönüşmüştür.

Demek ki bir zamanlar dini hüküm görülen bir konu, yeterince üzerinde düşünülmediği, düşünenlerin de konuşmasına izin verilmediği için şartlar değişince, kadük kalmış, anlamını yitirmiştir.

Siyasi bir kurum olan hilafetin Kureyşli olması iddiasına, Şia tarafından bir de Ehl-i Beyt şartı eklenmiştir. Böylece halifenin, Kureyşli (Mekkeli) olması yetmemiş, ayrıca Haşimoğulları kabilesinden ve Halife Ali’nin soyundan olması, Şia’da imanın şartları arasına girmiştir.

Yöneticinin Kureyşli olmasını, dini bir hüküm gibi savunanlar, genellikle Tasavvuf’a, Şia’ya ve Eş’ari mezhebine mensup din bilginleri olmuştur.

Ancak farklı kültürler ve rasyonel ahlak, bu hurafeyi rafa kaldırmıştır

Yoksa sorumluluğun kabilesi ve milliyeti mi olur?

SONUÇ: Hakkın hukukun egemen olması ve bilimsel çalışmalar elbette soya sopa dayanmaz!

KONUYLA İLGİLİ MAKALE VE ESERLERDEN ALINTILAR

Hadis uzmanı Prof. Mehmed Said Hatiboğlu, ‘İslâm’da İlk Siyâsî Kavmiyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği’ adlı makalesinde, yönetimin Kureyş’in hakkı olduğu görüşünün sonradan üretildiğini ifade etmiştir:

“Şia, Kureyşlilikten öte Hz.Ali’nin ve zürriyetinin imamet haklarını âmentülerine almıştır.

Eş’ari alim Bakıllani (950-1013), imâmın vasıflarından bahsederken: “İmâmın bâzı evsâfa sâhib olması gerekir ki, birisi, hâlis Kureyşli olmaktır” diyor, ve bunun delilleri olarak da şunları ekliyor: “İmâmın sâdece Kureyşten olmasının sebebleri vardır. Birisi, Hz.Peygamberin: -İçlerinden iki kişi kalıncaya dek, İmâmlar Kureyştendir- hadisi ile, meşhur hutbelerinde Ensâra vasiyyette bulunuyorken Abbâs’a söyledikleri sözde geçen şu hadistir: -Kureyşe, halkı ve şu işi vasiyet ediyorum. Halk Kureyşin teb’asıdır.

İslâm fikir cereyanları sahasında mütebahhir ve eser sahibi bu Şafii ve Eş’arî Abdulkâhir el-Bağdâdi (1038), Hz.Peygamberden sonra ümmetin içine düştüğü ihtilaflar arasına İmâmet meselesini de koymaktadır. Ona göre de, Ensâr eğer Kureyş lehine dâvâdan vazgeçmişse, sebeb, -İmâmlar Kureyştendir- hadisini duymuş olmalarıdır.

Abbasî Halîfesi Kâim’e Başkadılık yapmış, ayrıca el-Ahkâmu’s-Sultâniyye adını verdiği bir de saltanat hukuku kitabı yazmış olan el-Mâverdi (974-1058), halîfe olacakta aradığı yedi şartın sonuncusu olarak neseb’i ileri sürmekte ve şunları söylemektedir: “Hakkında nass ve icma olduğu için, imâmın Kureyşli olması gerekir.”

Huccetu’l-lslâm Gazzali (1058-1111), Fatımî Halîfesine karşı Abbasî Halîfesi el-Mustazhir Billâh’ı (hilâfeti 1094—1118), meşrû halife olarak müdâfaa etmek üzere yazdığı Fezâihu’l-Bâtıniyye’sinde, Hilâfette on şart olduğunu söyler. Çalışma ile elde edilemeyecek olarak gösterdiği ilk altı şartın beşincisini Kureyş nesebi teşkil etmektedir (ötekiler: Bülûğ, akıl, Hürriyet, Erkek olmak ve göz kulak sağlamlığıdır). Buna delil olarak, “İmâmlar Kureyştendir” hadîsi ile geçmiş asırların icmâını ileri sürer. Ona göre, imâmet ancak bu nesebe mahsustur ve zâten de, hiçbir asırda, hiçbir gayr-ı Kureşî adam İmamet talebine kalkışmamıştır.

Emevî sarayının Kureyşlilik gururu, en muteber adamlarının evliliğine dahî müdâhale edecek seviyede idi. Dönemin kudretli valisi Haccac bile, Kureyşli ile evlendi diye sultan Abdulmelik tarafından boşatılmıştır.

Hz.Peygamberin ve ilk halîfelerin zamanında, Ümmetin gözünde Kureyşlinin dînî bir imtiyazı yoktu, ilk halîfe seçiminde ona tanınan imtiyaz, tamamen siyâsî idi.

İlk halîfeler, hilâfet makamına ehil oldukları için halîfe olmuşlarken, bu defa, bu ehliyete Kureyşlilik şartı da dâhil edilecekti. Çünkü, iktidarı ele geçirmiş bir kabilenin kendi sultasını devam ettirebilmesi çâresi, peygamberi desteğe ihtiyaç gösteriyordu. Bu suretle, peygamberlik hayâtında, bir defa olsun kabilesiyle öğünmemiş olan Hz.Peygambere, Kureyş lehinde medhiyeler söyletme devri açıldı. Neticede Kureyş, Peygamber sülâlesi olmak hasebiyle, en şerefli, en akıllı, en muktedir kabile oluyordu. İnsan, Kureyşe intisabı nisbetinde itibâr kazanıyordu: “övüneceksen Kureyşle övün” lafzının hadis kitaplarına geçebilmesi, bu çalışmaların sonucudur.”[2]

Gazzâlî’yi ve Abdülkādir-i Geylânî’yi etkilemiş İranlı ünlü sufi yazar Ebu Talip el-Mekkî (906-996), hilafetin (yönetimin) Kureyş’in hakkı olduğunu canla başla savunmuştur:

“Müslüman, hilafetin Kıyamet gününe dek Kureyş’e mahsus olduğuna inanmalı, imamlara karşı kılıç çekmemeli, onlardan kaynaklanan zulümlere karşı sabırlı olmalı, adalet ve iyiliklerine şükretmeli, iyilik ve takva gereği emrettiğinde ona itaat etmeli, eceli gelinceye veya günahkar bir el onu öldürünceye kadar bu şekilde davranmalıdır.”

Fotoğraf açıklaması yok.

Ebu Talip el-Mekkî’nin şu görüşleri de konuya tasavvufçuların yaklaşımını göstermektedir:

Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) bu hususta şöyle demiştir: Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi helak olacaktır. Bunların tamamı, sultana buğzedenlerdir. Bir fırka kurtulacak ve o da sultanın yanında yer alacaktır. Başka bir vesilede de ‘İnsanların en hayırlısı kimdir?’ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: Sultandır. Bunun üzerine, ‘Biz, sultanı insanların en kötüsü bilir-dik’ denilmiştir.”[3]

İslam Ansiklopedisi’nde Ebû Tâlib el-Mekkî’nin “Kûtu’l-Kulûb” adlı kitabın güvenilir bir kaynak olması hakkında şu bilgilere yer verilmiştir:

«Eserde, tasavvufçu gözüyle farz ve nâfile ibadetlere, evrâd ve dualara yer verilmiş, Gazzâlî’nin İḥyâʾsına benzer. Konular anlatılırken yer yer İsrâiliyat’tan alıntılar yapılmış. Ehl-i sünnet’in görüşlerinin esas alındığı Ḳūtü’l-ḳulûb’da Mu‘tezile, Mürcie ve Hâricîler eleştirilmiş. Sûfî müellifleri derinden etkilemiştir. el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl adlı eserinde Ḳūtü’l-ḳulûb’dan yararlandığını söyleyen Gazzâlî İḥyâʾdaki bilgilerin önemli bir bölümünü bu kitaptan almıştır.  Ḳūtü’l-ḳulûb içerdiği hadislerden bir kısmının zayıf, bazılarının uydurma olduğu, Allah’ın sıfatları konusunda yapılan yorumlar içinde hatalı olanların bulunduğu ileri sürülerek Hatîb el-Bağdâdî, İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kesîr gibi âlimler tarafından eleştirilmiştir. Özetle bu eser, Gazzâlî ve Abdülkādir-i Geylânî’yi etkilemiştir.[4]

Prof. Şükrü Özen, “Matüridi ve Siyaset: Hilafetin Kureyşiliği Meselesi” adlı makalesinde, Sünni çevreler, bunu dini bir hüküm olarak görseler de, Matüridi’nin bu iddiayı dini bir hüküm olarak değil, konjönktürel siyasi bir konu olduğunu gördüğünü ifade etmiştir.

“Mâtürîdî, hilâfetin Kureyşîliği mes’elesinin genellikle Sünnî çevrelerce savunulduğu gibi salt bir dinî hüküm değil, zaman ve zemine göre değişebilecek siyasî bir mes’ele olduğunu izaha çalışmıştır. Böylece Abbâsî hilâfetinin merkezî gücünün zayıfladığı bir dönemde, Arap olmayan milletlerin hilâfet iddialarının meşrûiyetine dinî ve hukukî bir zemin hazırlamıştır.”[5]

Doç. Abdülhalim Oflaz, “Ensâr’ın İktidar Taleplerinin Reddi Bağlamında Hilâfetin Kureyşiliği Problematiği” adlı makalede, bu hadisin sonradan üretildiğini ifade etmiştir:

“Ensâr’ın Sakîfe toplantısında son âna kadar iktidarı kovalamaları, Kureyşlilerin hilâfetine işaret edecek herhangi bir nass veya işaretin bulunmadığını ve dolayısıyla mezkûr hadisin bu toplantı esnasında kullanılmadığını göstermektedir. Yine İbn Hanzale’nin iktidar talebiyle isyan hareketine kalkışmış ve Medinelilerin çoğunun desteğini almış olması da ilgili rivayetin sonraki dönemlerde hamledildiği anlama ilk dönemde hamledilmediğini göstermektedir.”[6]

Prof. Ali Bakkal, Ebû Bekir’in Halîfe Seçilmesinde “İmamlar Kureyş’tendir” Hadîsinin Rolü Üzerine, söz konusu hadisin dönemin koşullarıyla ve yönetici değil, komutan seçimiyle ilgili olduğunu savunmuştur:

“İmamlar Kureyş’tendir” hadîsi mâna yönüyle ele alındığında sıhhatinden şüphe edilemeyecek bir rivayet özelliğini taşımaktadır. Ancak hadîs halîfeler değil, Hz. Peygamber’in tayin ettiği seriyye komutanları ve kafile başkanları hakkında vârid olmuştur. Kureyş kabîlesinin diğer kabileler arasındaki yüksek mevkii ve emîr tayin ettiği kişilerin ehliyetli oluşu sebebiyle, Hz. Peygamber, emirleri, genellikle Kureyş’e mensup kişiler arasından seçerdi. O günün kabîle yapısı ve sosyolojik gerçekleri böyle bir uygulamayı gerekli kılıyordu. Aynı sosyolojik gerçekler ve gereklilikler Hz.Ebû Bekir’in halîfe seçildiği sırada da mevcut olduğu için, hadîsin Benî Sâide toplantısında kullanılmış olmasında hiçbir mahzuru bulunmamakta, hatta kullanılması daha uygun düşmektedir.

Hadîsin Benî Sâide toplantısında kullanılıp kullanılmadığını tam olarak bilmiyoruz. Kullanıldığına dair rivayetler güçsüz, kullanıldığı konusunda bir kayıt bulunmayan rivayetler ise daha güçlüdür. Eğer hadîs halîfelikle ilgili olsaydı, kullanılması gereken ilk yer, Hz.Ebû Bekir’in halîfe seçildiği Benî Sâide toplantısı olmalıydı. Ancak şurası bir gerçektir ki hadîs ister kullanılsın ister kullanılmasın, Hz.Ebû Bekir’in Kureyş’e mensubiyetinden dolayı halîfe seçilmesinde önemli bir rol oynamadığı açıktır.”[7]

Dr. Mehmet Apaydın, “İmâmetin Kureyş’e Ait Olduğuna Dair Hz. Peygamber’e İsnâd Edilen Rivâyetlerin Bütünsel Yaklaşım Yöntemiyle Tespiti” adlı makalesinde, böyle bir hadisin, Hz Peygamber’e atfedilmesinin uzak bir ihtimal olduğu ve ayrıca bu sözden hatalı çıkarımın sözkonusu olduğunu belirtmiştir:

“Son olarak toplantının mahiyeti ve konuşmacının hedef kitlesi bakımından

değerlendirildiğinde, “İmamlar, Kureyş’tendir” ifadesinin Hz. Peygamber tarafından bu toplantıda kullanılmış olmasının uzak bir ihtimal olduğu; bu ifadenin; hatalı bir iḫtiṡâr veya taḳṭîʿ neticesinde ortaya çıkan rivayetin maʿnen rivâyet edilmesiyle ortaya çıktığını düşünüyoruz.”[8]

İslam tarihi uzmanı Prof. İsrafil Balcı, “İmamlar-Halifeler Kureyş’tendir” İddiasının Kritiği adlı makalesinde, bu iddianın, sağlam bir dayanağının olmadığı bilgisini vermiştir.

“Sünnî gelenekteki “İmamlar Kureyş’tendir” sözünün Sakîfe’de dillendirildiği iddiası doğru değildir. Dahası böyle bir söz sonradan oluşturulmuş bir iddiadır ve hiçbir inandırıcılığı yoktur. Sakîfe’de ileri sürülen gerekçe, Ensâr’ın başkanlık iddiasına karşı Muhacirlerin “emîr/başkan/idareci bizden, vezir/yardımcılar sizden olsun” teklifidir. Ancak Kureyş merkezli İdarî tekeli elde tutmak için, “İmamlar Kureyş’tendir” iddiası özellikle ortaya atılmış ve hadîs formuna sokulmuştur. Böyle bir iddianın ortaya atılmasında Şîa’nın benimsediği “İmamların Ehl-i Beyt’ten” olduğu inancının etkili olduğu anlaşılmaktadır.

“İmamlar/idareciler Kureyş’ten olmalı” iddiasının, ne vahiy ne de Resûlüllah’ın öğretisiyle bağdaştırılması mümkündür. Aksine bu söz hem vahye hem de onun öğretisine aykırıdır. Dolayısıyla böyle bir sözü kabul edebilmek mümkün değildir. Dikkat edilirse Ensâr Sakîfe’de son ana kadar diretmiştir. Hatta iki taraf arasında ciddi gerginlikler yaşanmış, ancak emirin/başkanın Kureyş’ten olacağına dair bir hadîs gündeme gelmemiş/getirilmemiştir. Ebû Bekir kendi gerekçelerini sayarken böyle bir söze atıfta bulunmamıştır. Görüldüğü kadarıyla Ebû Bekir’in “Emirler bizden” açıklaması veya vurgusu, başkanlığın veya halifeliğin Kureyş’e ait olması gerektiği iddialarına mesnet oluşturmuş ve kapsamı değiştirtilerek imamların, bir süre sonra da halifelerin Kureyş’ten olması gerektiği söylemlerine dönüştürülüp iktidarların hedeflerine göre bağlayıcı bir referans olarak sunulmuştur.

Anlaşılıyor ki, Sakîfe’de dile getirilen Hz. Peygamber’e yakınlık gerekçesi istismar edilmiş ve bu söz Kureyş tekelli hilafet anlayışının tesisinde başat rol oynamıştır. Oysa bu söz tamamen içi boş bir iddiadır ve herhangi bir inandırıcılığı bulunmamaktadır. Bütün bunların yanı sıra “İmamlar/Halifeler Kureyten’dir sözünün Sakîfe’deki toplantıda söylendiği iddiasını bütünüyle boşa çıkaran verilere sahip olduğumuz gibi, mezkûr iddianın dillendirilmesinden sonra Ensâr’ın başkanlık iddiasından vazgeçtiği söyleminin de hiçbir inandırıcılığının olmadığını ortaya koyan rivayetler bulunmaktadır. Tabir yerindeyse Sakîfe’de yaşanan kıran kırana mücadeledeki tarafların ısrarı böyle bir sözün dillendirilmediğinin delilidir. Mamafih dillendirilse bile hiçbir karşılığının olmadığının somut verileridir.

Dikkat edilirse Osmanlı padişahları “halife” bu sıfatını kullanmamışlardır. Daha doğrusu kullanamamışlardır. Her ne kadar padişahların güçlü olduğu dönemlerde buna ihtiyaç duymadıklarından söz edilse de, bize göre en ciddi sebeplerden birisi hadîs rivayetlerindeki iddialardır. Zira en muteber kaynaklarda bile halifenin Kureyş’ten olması gerektiği şartı, padişahlar için en ciddi engeldir. Mevcut engeli aşmak için Kureyşîlik zorunluluğunun kalmadığı şeklinde yorumlar yapıldığı gibi, Osmanlı Padişahlarının soyunun Kureyş’e dayandığı gibi ciddiye bile alınmayacak yorumlar dile getirilmiştir. Bütün problem, “rivayetin mutlak doğruluğu” ön kabulüyle alakalıdır. Oysa böyle bir iddianın İslâm inancı açısından hiçbir savunulur tarafının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.”[9]

Malezyalı din bilgini Muhammed Ebu-l-Leys el-Hayrabadi, Modern Dönemde Eleştirilerin Odağındaki Bir Hadis: “İmamlar Kureyş’tendir” adlı makalesinde, yöneticinin Kureyşli olması, iddiasının, hem İslam’ın genel ilkeleriyle, hem de hayatın gerçekleriyle uyuşmadığını sonraki dönem din bilginlerinin görüşlerine yer vererek madde madde sıralamıştır:

“1 – Hilafetin sadece Kureyş kabilesine ait olduğuna dair bazı şartlar ileri süren ve herhangi bir şarta bağlı olmaksızın gelen birçok hadis varid olmuştur. Bunların çoğu sahih; bazıları da sened yönünden zayıftır. Bu hadisler yapı olarak haber formunda gelmesine rağmen, aslında emir sigası murad edilmiştir. Ayrıca bu konuda icma da hasıl olmuştur. Cumhura göre hilafette Kureyşlilik, teşri (zorunlu), dini ve ebedi bir şarttır.

2 – Haricilerin ve Mutezilenin çoğu ile ehl-i sünnetten İmâmu’l-Haremeyn el-Cuveynî, “(Başınızda) Habeşli bir köle bile olsa, onu dinleyin ve itaat edin. ” vb. hadislere aykırı olduğu için hilafetin Kureyşliliğine dair bu görüşe karşı çıkmışlardır.

3 – Günümüz araştırmacılarından, Dr. Harputlu, Tîb Ayet Hamûde ve ‘İmamlar Kureyş’tendir.’ Hadisine Eleştiri’ adlı çalışmanın sahibi Şii/Zeydî Seyyid Muhammed Salim Azzân da, bu hadisin uydurma olduğu görüşündedir. Onlara göre hadisin sahih olduğu düşünülse bile bu, gelecekten haber verme babındandır. Yoksa halifelerin özellikle Kureyş’ten olması anlamında değildir. Ya da İslâm toplumunun en güçlü unsuru olduğu sürece hilafet Kureyş’tedir, şeklinde anlaşılmalıdır.

4 – Bu ve benzeri hadisler, “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için de sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” ayeti ile çelişmektedir. Bu ayette yüce Allah, fazileti ve üstünlüğü soy vb. şeylerde değil, takvada kılmıştır. Bu hadisler, insanların eşit olduğunu dile getiren ve Arabın Aceme üstün olduğunu, soy-sop ile övünmeyi ve cahiliye kavmiyetçiliğini yasaklayan hadislerle çelişmektedir. Yine Habeşli bir köle bile olsa onu dinlemeyi ve itaat etmeyi emreden hadislerle de çelişmektedir. Aynı şekilde Hz. Ömer’in ensardan Muaz b. Cebel ve Ebû Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim’i kendisinden sonra halife olarak tayin etmek istemesi ile alakalı haberlerle de çelişmektedir.

5 – Muhammed Salim Azzân, hilafette Kureyşliliğin dinî ve teşriî bir şart değil, siyasi bir görüş olduğu kanaatindedir. Aynı şekilde Abdulhakîm Sadık el-Fîtûrî de bu şartın siyasi olduğu görüşündedir.

6 – Dr. Selahaddîn Debbûs ise Kureyşlilik şartının doğru olmadığı görüşündedir. Ona göre Kureyşli olsun olmasın, gücü yeten ve liyakatli olan herkesin halife olması geçerlidir.

7 – Muhammed el-Mubârek ise bunun, durumun değişmesiyle değişen ve kamu yararı esasına göre konulmuş bir şart olduğu kanaatindedir.

8 – Muhammed Ebû Zehra da Kureyşliliğin hilafetin temel bir şartı değil de bir tercih sebebi olduğu görüşündedir.

9 – Akkâd ise halifenin fiziki ve idari bir donanıma sahip olması gerektiği görüşündedir. Ona göre peygamberimizin, bizzat yasakladığı kavmiyetçiliğe davet etmesi düşünülemez.

10 – Prof. Dr. Yusuf Karadâvî ise bu hadisin hadd-i zatında sahih olmamakla birlikte birçok tarikten gelmesinden dolayı sahih sayıldığı kanaatindedir. Ayrıca sahabenin ve sonrasında gelen nesillerin de bu konuda görüş birliği içerisinde olmadığı düşüncesindedir. Ona göre bu icmanın geçerli olduğu düşünülse bile -İbn Haldûn’un da dediği gibi- halifenin Kureyşli olma şartı, Kureyş’in o dönemdeki saygınlığı ve onların diğer Arap kabilelerine karşı otoritesinden dolayı, sadece o dönemde gerçekleşen bir maslahata binaen koşulmuştur. Yani Kureyş’in korumacı ve cemiyetçi bir yapıya sahip olmasından dolayı sadece (o dönemde) bu şart gözetilmiştir.

11 – Dr. Hasan Besyûnî’ye göre ise bu şartın İslâm devletinin ilk dönemlerinde önemli bir rolü vardı. Ancak İslâm’ın Çin ve Hindistan’dan Endülüs’e kadar yayılmasından sonra, artık bu şartta ısrar etmenin gerekliliği tekrar düşünülmelidir. Zira İslâm’ın temeli kardeşlik, eşitlik ve ırkçılığa tepki ilkeleri üzerine kurulmuştur. Nesep ve ırkçılık ile ilgili konular, yapısı itibari ile duygulan harekete geçirmektedir. Özellikle Müslümanların (Allah katında) eşit, aralarındaki üstünlüğün de takva ile olduğunu düşündüğümüzde bu şartın tekrar gözden geçirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

12 – Bu hadisten yola çıkarak peygamberimizin (sav) ırkçı (!) olduğuna dair ona atılan töhmete ilk cevap veren İbn Haldûn olmuştur. O, hilafet ve emirliğin temellerinden biri olan güç ve soyluluk gibi özelliklerin, o dönemde Kureyş’te gerçekleştiği gerçeğinden yola çıkarak ‘İmamlar Kureyş ‘tendir. ’ hadisinin söylendiği görüşündedir. Çünkü Kureyş, o dönemde Arapları birleştirmede daha başarılı idi. Şâri ise hükümlerini herhangi bir nesle, döneme ya da topluluğa göre değil, sadece liyakat esasına göre düzenler.

13 – Dr. Taha Hüseyin ise, ‘İmamlar Kureyş ‘tendir.’ hadisindeki Kureyş’ten maksadın, İslâm’a ilk giren ve Mekke ile Medine’de Hz. Peygamberle birlikte mücadele eden o üstün niteliklere sahip Kureyş tabakası olduğu görüşündedir. Bu tabakanın vefatı ile birlikte artık Kureyşlilik şartının bir anlamı kalmamıştır.

14 – Dr. Munîr el-Beyânî ise bu konuda İbn Haldûn’un, hilafetin Kureyş’in gücü nispetinde geçerli olduğu görüşünü tercih etmektedir. Bilindiği gibi başkanlık için İslâm’da temel ölçü, liyakat ve sorumluluktur. Üstünlük ise ancak takva iledir.

15 – Şehid Abdulkadir Ûde de hilafetin, Allah’a itaatle kayıtlı olduğu görüşündedir. Yoksa Kureyşle sınırlı değildir. Kureyşliden de, Kureyşli olmayan da halife olabilir.”[10]

İslam Ansiklopedisi’nde verilen bilgiye göre, Osmanlı Devleti’nde yönetimin meşruiyeti, Kureyşli olmaya bağlı değildir. Kureyşli olmak, yalnızca Dört Halife Dönemi’ne özgü bir uygulamadır:

“Osmanlı hilâfetinin meşruluğu şu dört esasa dayanmaktadır: İlâhî iradenin tecellisi; ecdattan tevârüs etmek; siyasî ve askerî güç sahibi olarak i‘lâ-yi kelimetullah için fütuhatta bulunmak; ulemâ, devlet a”damları, askerler ve halkın tasvip ve biatı. Bu husus Osmanlı Devleti’nin resmî salnâmelerinde de yer almıştır. Burada klasik teorideki Kureyş’ten gelme şartından bahsedilmemektedir. Zira Osmanlı anlayışına göre bu şart Hulefâ-yi Râşidîn dönemine münhasırdır. II. Abdülhamid zamanında gerek lâyihaları gerekse diğer yazıları ile tıpkı Kanûnî döneminde Lutfi Paşa’nın yaptığı gibi Osmanlı hilâfetini savunan Cevdet Paşa’ya göre ashabın çoğunluğunun halifenin Kureyş’ten olmasını istemesi bu kabilenin Araplar arasındaki itibarı dolayısıyladır. Ulemânın çoğuna göre ise hilâfet gibi imâmet de din ve dünya işlerinde “riyâset-i umûmiyye” demektir ve bu şekilde ümmetin işlerini üzerine alan kimseye imâmü’l-müslimîn denir.”[11]

Bir yazı görseli olabilir

Sonuç olarak, bugün rahatça eleştiriye tabi tutulan yöneticinin Kureyşli olması iddiası veya inancı, dünün gündeme getirilmesi bile sakıncalı görülen bir konusu idi. İslam’ın, halkın iradesinden uzak imtiyazlı bir sınıfa izin vermeyeceğini sorgulamayan ulema, iktidardan nemalanmak için, Kureyşli yönetici güzellemesini, bu güzellemenin takdir edildiği dönemde sonuna kadar savunmuştur. Aynı zihniyet, sonraki dönemlerde, o dönemin modası neyse onu savunmaya devam etmiştir.

Osmanlı Devleti’nde, Selçuklularda veya Türkiye Cumhuriyeti’nde bir din adamı, “Biz Mekkeli (Kureyşli) yönetici istiyoruz” diye bir tezi savunabilir mi? Onun bu iddiası, yönetici ve halk nezdinde nasıl karşılanır?

 

[1] Kureyş: Mekkeli aristokrat seçkin kabile.

[2] Mehmed Said Hatiboğlu, İslâm’da İlk Siyâsî Kavmiyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1978, cilt: XXIII, s. 121-213. http://isamveri.org/pdfdrg/D00001/1978_C23/1978_c23_HATIBOGLUMS.pdf

[3] Ebu Talip el-Mekkî (906-996), Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), c.3, s.529, Semerkand (Menzil) Yayınevi, 2003

[4] TDV İslam Ansiklopedisi, Kûtu’l-Kulûb maddesi.

[5] Şükrü Özen, Matüridi ve Siyaset: Hilafetin Kureyşiliği Meselesi, Büyük Türk Bilgini İmam Matüridi ve Matüridilik -Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı-, 22-24 Mayıs 2009 – İstanbul, 2012, s. 524-548 http://isamveri.org/pdfdrg/D200465/2012/2012_OZENS.pdf

[6] Abdülhalim Oflaz, Ensâr’ın İktidar Taleplerinin Reddi Bağlamında Hilâfetin Kureyşiliği Problematiği Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2020, sayı: 15, s. 124-144 http://isamveri.org/pdfdrg/D03867/2020_15/2020_15_OFLAZA.pdf

[7] Ali Bakkal, Ebû Bekir’in Halîfe Seçilmesinde “İmamlar Kureyş’tendir” Hadîsinin Rolü Üzerine, İSTEM: İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2005, cilt: III, sayı: 6, s. 87-104 http://isamveri.org/pdfdrg/D02535/2005_III_6/2005_III_6_BAKKALA.pdf

[8] Mehmet Apaydın, İmâmetin Kureyş’e Ait Olduğuna Dair Hz. Peygamber’e İsnâd Edilen Rivâyetlerin Bütünsel Yaklaşım Yöntemiyle Tespiti, İlahiyat Akademi: Altı Aylık Uluslararası Akademik Araştırma Dergisi, 2018, sayı: 7-8, s. 219-268 http://isamveri.org/pdfdrg/G00083/2018_7-8/2018_7-8_APAYDINMA.pdf

[9] İsrafil Balcı, “İmamlar-Halifeler Kureyş’tendir” İddiasının Kritiği, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2016, sayı: 40, s. 5-32. http://isamveri.org/pdfdrg/D00095/2016_40/2016_40_BALCII.pdf

[10] Muhammed Ebu-l-Leys el-Hayrabadi, Modern Dönemde Eleştirilerin Odağındaki Bir Hadis: “İmamlar Kureyş’tendir”, çeviren Muhammed Kabakoz, Hadis Tartışmalarına Yeni Yaklaşımlar, 2020, s. 428-475. http://isamveri.org/pdfdrg/D281411/2020/2020_HAYRABADIM2.pdf

[11] TDV İslam Ansiklopedisi, Hilafet maddesi

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir