Dünya Nimetleri ve Ruhbanlık

Dünya Nimetleri ve Ruhbanlık

Bir Lokma, Bir Hırka Yaşam

Ruhban sınıf; güzel giyinmeyi, güzel şeyleri yemeyi ve içmeyi, şarkı ve türkü dinlemeyi veya söylemeyi, denize girmeyi, spor yapmayı, sanatla uğraşmayı çirkin görür. Kısaca ruhbanlık, din adına veya daha dindarlık adına dünya karşıtlığıdır.

Ruhbanlığa inanan kişiler ise, dinle içli dışlı olan insanlara bu güzellikleri (ziynet) pek yakıştıramazlar. Bu insanlar; güzel giyinen, şarkı türkü söyleyen, denize giren, spor yapan veya sanatla uğraşan din bilginlerine itibar etmezler. Bu inanç, geniş halk yığınlarını da etkilediği için, halkın kulak vereceği kişiler, genellikle gizliden gizliye dünyalık biriktirirken, görüntüde dünyaya boş veren kişilerdir.

Halbuki din, dünyayı boş vermek değil, aklı kullanmayı, bilgiye ve deneyime değer vermeyi, çalışmayı ve üretmeyi; başkasının hakkını gasp etmemeyi, hakkı hukuku gözetmeyi, ihtiyaç sahipleriyle elindeki imkanları çarçur etmeden paylaşmayı ve güzel şeylerden kendini mahrum etmemeyi gerektirir.

İşte Allah’ın konuyla ilgili sorusu ve verdiği mesaj şudur:

“De ki: ‘Kulları için çıkardığı Allah’ın ziynet eşyalarını (süslenmeyi) ve sağlıklı temiz olan gıda maddesinden herhangi birini kim haram kılmıştır!?” De ki: ‘Bunlar, Dünya yaşamında, ilahi hakikatlere inanıp güvenmiş kişilere aittir, Kıyamet Günü ise sadece onlara ait.” İşte ilahi hakikatleri (ayetleri) bilen bir halka ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf, 7/32)

Ruhbanlık inancı, din içinde bir aracı sınıfı gerekli görür. Halbuki Allah, insana şahdamarından daha yakındır. (Kaf, 50/16) Bu söylem bize, Allah ile aramızda ara yok ki aracıya ihtiyaç duyalım bilincini kazandırır.

Ruhban sınıf, kendilerini Allah katında imtiyazlı bir sınıf olarak görür ve halka bunu empoze etmek için her türlü hilekarca yöntemi kullanır ve Allah’a yaklaşmanın yolunun kendilerine bağlanmaktan (intisap) geçtiğini sabah akşam işler. (Zümer, 39/3) Esasında Allah, hakkı iletme dışında, başkalarının süreli veya süresiz kurtuluşu için hiç kimseye bir teminat vermiş değildir. (Bkz. Bakara, 2/255,80; Meryem, 19/87-88; Ahkaf, 46/9)

Ruhbanlık, diğer bir ifadeyle “bir lokma, bir hırka” anlayışı, Allah katında güya ideal bir sınıf olarak takdim ve takdir edilince, dünyanın ve ihtiyaçlarımızın boş olduğu mesajı zihinlere kazınır. Tarlayı kazmak, fabrika kurmak, çalışmak ve üretmek gereksiz görülür. Karnın tam doymaması idealize edilerek karnınızın yalnızca doyacağı kadar çalışmak yeterli görülür. Bunun dışındaki ihtiyaçlar, dünyaya bağlanmak veya tapmak diye tanımlanarak, her türlü güzellik dindışı kategorisinde yer alır.

Peki, böyle durumlarda villada, köşkte veya lüks dairede yaşayan, altında lüks aracı olan, evinde lüks eşyaları, cebinde pahalı telefonu olanlar ne düşünür? Bu durumu nasıl meşrulaştırır? -Evet, benim evim, arabam, eşyalarım dünyanın parası, ama ben onlara değer vermiyorum ki?! Eğer hayır kurumları isterse onlara para bağışında bulunabilirim.

Ya evsiz-barksız, zar zor geçinen yoksul biri ne düşünür? Bu dünya boş, ihtiyaçlarımız da boş. Böyle yoksul yaşayınca Hz Peygamber’e benzemiş oluyorum. Çünkü onun da dünyalık bir şeyi (!) yoktu.

Bu anlayışın sonucu, tüm resullerin en üst perdeden ve tüm hayatları boyunca üzerinde durdukları Allah’tan başka ilah edinmeme, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi putlaştırmama, yalnızca Allah’a ait olan niteliklere hiç kimseye ve hiçbir şeye atfetmeme üzerine konuşunca, cahil kesim üzerinde pek bir etki bırakmazken, Hz Peygamber’in adının geçmesi veya ona ait olduğu iddia edilen bir eşyadan söz edilirken gözyaşı, derin etkilenme (huşu’), kendini kaybetmeler göze çarpar. İşte bu, ana mesajın ve amacın buharlaşması ve araçların kutsiyet kazanmasıdır.

Oysa putlaştırmanın (şirk) her türü, haksız hukuksuz yaşayan kimlik ve kişiliklerin, dini, kendi kişisel çıkarları için kullanmasına, halkı istismar etmesine ve çok büyük ölçeklerde sömürmesine yol açmaktadır.

Halkın duygularına hitap eden din adamları, halkı etkilerken, ne yazık ki onlar hak hukuku esas alan gerçek dinin kaybedeceğini, gerçek dinin buharlaşacağını düşün(e)memektedir. Bunun sonucu, doğru yol ve doğru yaşam (din); akıl (doğru bilgi) ve vicdan, barış ve özgürlük, hak ve adalet, sorumluluk ve merhamet, yardımlaşma ve dayanışma üzere yaşamak değil, dini nafile ibadetlere indirgeyerek, güzellik adına ne varsa, ondan uzak durmak; dünya işlerini ve bilimi boş, sanatı şeytan işi görmek, kadını toplumdan izole etmek olmakta; toplumda veli, evliya, kutup, pir veya gavs diye özel ve imtiyazlı bir sınıf türemektedir.

Onlara intisap eden veya gıpta ile bakan kalabalık halk yığınları, bu özel kişilere kendilerini kabul ettirmek, onların nezdinde, vekil, yardımcı, emir, naib, vb., olmak, hiyerarşinin belli basamaklarına ulaşmak ve onların lütfuna ve şefaatine nail olmak için tüm zamanını, emeğini ve enerjisini bu uğurda harcamaktadır. Bu amaçla, kutsal görülen kişilerin menkıbelerini ve kerametlerini biri beş ederek anlatmaya ve adam kazanmaya çalışmaktadır.

Şunu bilmek gerek…

İslam, “Bir Lokma, Bir Hırka” dini değildir.

Allah ve Kitap bizden, çalışmamızı ve kendi emeğimizle kazanmamızı ister. (Necm, 53/39) Sülük ve parazit gibi başkalarının sırtından geçinmeyi ve başkalarının emeklerini sömürmeyi çirkin görür. Allah’ın elçisi ve onun yakın arkadaşları, asla miskin miskin oturmamışlar; dünya nimetlerini dindışı veya çirkin görmemişlerdir. Onlar, ne söylemlerinde, ne de hayatlarında böyle bir tutum sergilemişlerdir. Allah’ın elçisinin, ruhbanlığa eğilimi olan bazı kişileri takdir etmediği ve hatta kınadığı bilinmektedir. İşte hadis kitaplarında yer alan nafile ibadetlerle aşırıya kaçan ve bunlarla tanınan kişilerle ilgili bilgi veren rivayetlerden bazıları şunlardır:

70- “Enes anlatıyor: Hz. Peygamber’in eşlerine bir grup erkek gelerek Resûlullah’ın (evdeki) ibadetinden sordular. Bu durum açıklanınca sanki bunu az bularak: “Resûlullah kim, biz kimiz? Allah, O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir (Ona az ibadet de yeter) dediler. İçlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece çokça namaz kılacağım” dedi. İkincisi: “Ben de hayatım boyunca çokça oruç tutacağım,” dedi. Üçüncüsü de: “Eşimle birlikte olmayacağım” dedi.

(Durumdan haberdar olan) Hz. Peygamber onları bularak: Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en fazla kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; eşimle beraber de olurum. (Benim yolum budur), kim yolumu(sünnetimi) beğenmezse benden değildir buyurdu.”[1]

71- “Hz. Aişe anlatıyor: Hz. Peygamber, ruhsat (kolaylık) ifade eden bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan kaçındıklarını işitti. Bunun üzerine Resûlullah bir konuşma yaptı:

 Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip zor olanı tercih ediyorlarmış, doğru mudur bu? Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah‘a bağlılığım onlardan çok daha fazladır.”[2]

72-Osman İbnu Maz’ûn bütün gece (çokça nafile) namaz kılmaya, gündüzleri de (çokça nafile) oruç tutmaya ve hiç evlenmemeye söz vermişti.

Resûlullah Osman’ı çağırtarak “Sen yolumu (sünnetimi) beğenmiyor musun?” diye sordu.  “Hayır, ey Allah’ın Resûlu dedi, yemin olsun ki hayır! Aksine, aradığım şey senin gidişatındır (sünnetindir)!” Resûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu:

Bil ki, ben, hem uyurum, hem namaz kılarım; oruç da tutarım, evlenirim de. Ey Osman, Allah’tan kork, zira ehlinin senin üzerinde hakkı var, misafirin senin üzerinde hakkı var, nefsinin senin üzerinde hakkı var. Öyle ise bâzen oruç tut, bâzen ye. Namaz da kıl, uykunu da al.[3]

79- Hz. Peygamber buyurdu ki:  “Her şeyin bir şevki vardır. Her şevkin de bittiği bir zaman vardır. (Yapacağı işe karşı bu şevki) duyan kişi işini yaparken mutedil (orta yollu) hareket ederse başarılı olacağını ümit edin. Şayet (kişi, ibadetlerde aşırılığa düşerek dikkat çekmiş ve) parmakla gösterilecek hâle gelmişse ona itibar edip (onu iyi insanlardan) saymayın.[4]

80- “Resûlullah daha önce Selman (muhacir)’la Ebu’d-Derda’yı kardeş yapmıştı. Selman bir defasında Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret etti. Evde, Ebu’d-Derdâ’nın hanımı dağınık bir haldeydi. “Bu halin ne?” diye sordu, kadın: “Kardeşiniz, Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile (insanlarla) alakası kalmadı” diye açıkladı.

Ebu’d-Derda, Selman’a yemek getirerek:  “Buyur, yemeği ye!” dedi ve ilave etti: “Ben (nafile) orucum!” Selman: “Hayır sen yemezsen ben de yemem” dedi. Beraber yemek yediler.

Akşam olunca Ebu’d-Derdâ, Selman’dan gece (nafile) namazı için müsaade istedi, Selman: «Hayır olmaz, uyu” dedi… Gecenin sonuna doğru kalkıp beraber namaz kıldılar.

Sonra Selman şu nasihatta bulundu: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” Ertesi gün Ebu’d-Derdâ, durumu Hz. Peygamber’e anlattı. Resûlullah, “Selman doğru söylemiş” buyurdu.”[5]

76-“…Enes’in yanına girerler. Enes’i yolcu namazı kılar gibi kısa bir namaz kılıyor bulurlar. Selam verip namazdan çıkınca: “Allah seni bağışlasın bu kıldığın namaz farz mı yoksa nafile miydi? dedik. “Farz namazdı. Bu (eksiksiz) Hz. Peygamber’in  namaz tarzıdır. Bilerek hiçbir değişiklik de yapmadım” dedi ve ilave etti: Resûlullah buyurdu ki:

“(Oruç, namaz ibadetlerde ve evlilikte) kendinize zorluk çıkarmayın. Zira (geçmişte) bir kavim (ibadet adına bir kısım zahmetli işlere azmederek) kendisini zora attı. Allah da zorluklarını artırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların kalıntısıdır. Sonra Hadid suresinin 27. ayetini okudu:

Farz kılmadığımız halde, onlar güya Allah’ın rızasını kazanmak için ruhbanlığı icat ettiler, ona da gereği gibi riâyet etmediler.[6]

Yukarıdaki hadis rivayetlerinde, İslam’ın ve Kur’an’ın ana mesajını kavramış, Elçi’nin yanında eğitim sürecinden geçmiş Müslümanlar ile sonradan Müslüman olan kişiler arasındaki fark göze çarpmaktadır. Önceden farklı kültürlerden öğrenilmiş zühd hayatının İslam’a yamanmasına Allah’ın elçisinin izin vermediğini görmekteyiz.

Özellikle Dört Halife Dönemi’nden sonra toplumda bozulmalar, baskı ve şiddet, lüks ve şatafat, haksızlıklar ve zulümler baş gösterince, birtakım insanlar, toplumsal yaşamdan kopmuştur; inzivaya çekilme ve dünyadan el etek çekme gibi mistik anlayışlar yönünde bir dini anlayış ya da yaşayış gelişmiş ve sistemleşmiştir.

İslam, ölçüsüzce harcamayı (israfı) dinen nasıl kabul edilemez görüyorsa, aynı şekilde insanların güya daha dindarlık adına türettikleri ruhbanlığı da bir hurafe olarak görmüştür. Nitekim insan, doğası gereği, türettiği ruhbanlığa gereği gibi uymamaktadır. Ruhbanlık adına müziği haram gören, zamanla müzik dinlemekte, cinsel yaşamı çirkin gören bir süre sonra evlenmekte, yüzmeyi çirkin gören zamanla yüzmekte ve gezmekte, eşini en yakın akrabasıyla görüştürmeyen kişiler, mecbur kalınca eşini sokağa çıkarmakta bir sakınca görmemektedir. Çünkü insan doğası, böyle saçma tutumları benimsemekte zorlanmaktadır.

Bazı Hıristiyanların türettiği ruhbanlık hakkında Allah, bize şu bilgileri vermektedir:

“Sonra bunların peşinden ard arda elçilerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla türettikleri ruhbanlığı, onlara biz emretmedik. Ne var ki ona da gereği gibi uymadılar. Biz, onlardan iman etmiş olanlara karşılığını verdik, ama zaten onların çoğu yoldan çıkmıştı.” (Hadid, 57/27)

Konuyu daha iyi anlayabilmek için yukarıdaki bahsettiğim A’raf, 7/32. ayetin metinsel bağlamını dikkatle okumakta yarar var:

“Âdem evlatları! Size hem çıplaklığınızı örtesiniz diye, hem de bir görkem-güzellik nesnesi olarak giyim kuşam (yapma bilgisini) bahşettik. Allah’ı dikkate alarak sorumluluğu (takva) kuşanmak (giysi) her şeyin üstündedir…” (A’raf, 7/26)

Allah, önce tüm insanlara seslenerek, giyim kuşamı güzellik nesnesi olarak ifade etmektedir. Öyleyse, Allah ve din adına kim güzel giyinmeyi çirkin görebilir ki!?

“Âdem evlatları! Her mescit alanında dışarlık güzel kıyafetlerinizi giyinin! Meşru yiyecekleri yiyin ve içecekleri için; fakat kaynakları ölçüsüzce tüketmeyin (isrâf etmeyin)! Çünkü O, kaynakları ölçüsüzce tüketenlere (müsriflere) yakınlık duymaz.” (A’raf, 7/31)

Mescit[7], ilahi kitapla (hakka teslimiyetle) ilgili toplumsal söylem ve eylem mekanlarını, zamanlarını ve durumlarını ifade eden kamusal alandır. Öyleyse, dışarlık güzel kıyafetlerin giyilmesi, yalnızca normal zamanlarda değil, kamusal alanda (mescit) da emredilmiştir. Kısaca dinle (mescitle) ilgili mekan, zaman ve durumlarda, Allah tarafından güzel giysilerin giyilmesinin istenmesi, ruhbanlığın Kur’an mesajının ne kadar ötesinde olduğunu göstermektedir. Ayet, aynı zamanda israf etmeden yeme ve içmenin meşruiyetini dile getirmekte, maddi dünyadan el çeken çileci (asketik) yaşama izin vermemektedir.

“De ki: ‘Kulları için çıkardığı Allah’ın ziynet eşyalarını (süslenmeyi) ve sağlıklı temiz olan gıda maddesinden herhangi birini kim haram kılmıştır!?” De ki: ‘Bunlar, Dünya yaşamında, ilahi hakikatlere inanıp güvenmiş kişilere aittir, Kıyamet Günü ise sadece onlara ait.” İşte ilahi hakikatleri (ayetleri) bilen bir halka ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf, 7/32)

Gayet açık ve anlaşılır biçimde Allah, öncelikle süslenmeyi kimin yasakladığını sorgulamamızı istiyor. Kimin haddine diye… Demek ki din adına birileri, öncelikle süslenmeyi, süs eşyalarını çirkin göstererek yasaklıyor. Sonra Allah’ın getirmiş olduğu gıda standardı (kodeksi) dışında haramların olamayacağını bildiriyor. Ama ruhban sınıf, önce “takvaya uygun değil”, sonra “fetvaya uygun değil”, daha sonra “dinen sakıncalı (haram)” gibi yaftalarla kendi kafalarından haramlar (din) türetmektedir. Nitekim, Mekkeli çoktanrıcılar, bazı bitkisel ve hayvansal ürünleri, keyfi biçimde cinsiyet ve sınıf ayrımı yaparak dinen sakıncalı (haram) diye nitelemişlerdi. Bkz. En’am, 6/136-145. Allah ise, En’am, 6/145’de yalnızca, “leş, akmış kan, domuz eti ve putlaştırılarak Allah’tan başkası adına kesilen etleri” haram kıldığını bu ayette, vurgulu biçimde ifade etmiştir.

Altın yüzük veya diğer takıların haram olarak nitelenmesi de, bu ayet kapsamında yer almaktadır. Allah, hiçbir cinsiyet veya sınıf ayrımı yapmadan, ilahi hakikatlere inanıp güvenenlere gerek süslenmeyi ve gerekse de sağlıklı-temiz gıda maddelerini helal kılmıştır.

Hadis uzmanı Prof. Ali Yardım (1939-2006)[8], “İslamda Altın Yüzük Kullanımı” adlı kitabında, altın yüzüğün haram olduğunu ifade eden hadis rivayetlerini tek tek irdelemiş ve şu sonuca varmıştır:

Altı Hadis Kitabında (Kütübü Sitte) geçen hadisleri incelediğimiz zaman 4 farklı kategoriyle karşılaşırız: 1- Altın yüzük erkeklere haramdır. 2- Altın, kadın ve erkek herkese haramdır. 3- Altın yüzük haram değildir. 4- Altın yüzük, Peygamber’in yakın çevresine haramdır.

Prof. Yardım, özetle konuyu şöyle değerlendirmiştir:

Öncelikle, ‘altın yüzük haramdır’ ifadesinin, problemli biçimde kullanıldığını bilmeliyiz. Altın yüzüğü haramlaştıran söz konusu hadisleri, haram değil, ‘yasak (nehiy)’ kapsamında görmek gerekir. İkincisi, altın konusu her dönemde süslenmenin, zenginliğin, kibrin ve gösterişin bir göstergesi olmuştur. O dönemin koşulları düşünülürse ortada ciddi ekonomik sıkıntıların varlığı bir gerçektir. İnsanlar karınlarını doyurmakta bile sıkıntı yaşamaktadırlar. Günümüzde 3 öğün yemek yenir, her yemekte en az 3 çeşit yemek olur, bir de aradaki atıştırmalar, bir de tatlılar… Bundan 100 yıl geri giderseniz her öğünde 2 çeşit yemeğin olması zenginlik alameti idi. İnsanlar karın tokluğuna çalışırlardı. Çok daha geri gidince yoksulluk daha üst boyutlarda idi. Böyle bir dönemde insanların yüzük bile olsa, altın sevdasına düşmesi kardeşlik hukukuna ters olmalıdır. Muhtemelen Peygamber, kendi yakın çevresine (örneğin, yalnızca Hz. Ali’ye) ‘haram’ kaydı altında değil ancak bu gösterişten memnun olmadığını bildirmiş olmalıdır. Günümüzde de devlet başkanlarının yakın çevresinin altın yüzük, bilezik gibi ürünlerle görünmesi olumlu karşılanmaz.[9]

Prof. Ali Yardım’ın, mücevheratın, günün ekonomik koşullarının bir gereği, kibir ve gösteriş, yahut yöneticinin yakın çevresinin zenginleşme aracı olarak yönetimin geçici bir sınırlaması değerlendirmesi dışında, A’raf, 7/32 ayeti, ziynet eşyalarını, kimsenin haram kılma yetkisinin olmadığı apaçık biçimde ifade edilmiştir.

Nitekim nebi Muhammed (as)’nin, eşini memnun etmek için meşru şeylerden yalnızca kendini mahrum etmesi bile Allah tarafından uyarılmasına neden olmuştur:

“Ey nebi! Eşlerinin hoşnutluğunu arzulayarak, Allah’ın sana helal kıldığı şeyleri niçin haram kılıyorsun? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Tahrim, 66/1)

Allah’ın, cinsiyet ayrımı yapmadan hakka inananlara, bir ödül olarak altın ve gümüş gibi mücevherlerden takılar vaat etmesi, altın, gümüş veya ipek gibi süslenme araçlarının haram olmadığını teyit etmektedir.

“Allah, ilahi hakikatlere inanıp güvenen ve erdemli davranışları yaşam biçimine dönüştürenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler; oradaki elbiseleri ipektir.” (Hacc, 22/23)

“Onlar, Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri ipektir.” (Fatır, 35/33)

“Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının arzuladığı ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf, 43/71)

Kadehten söz eden ayetle ilgili olarak, başka ayetlerde (Saffat, 37/47; Vakıa, 56/19), içkinin sarhoş etmeyeceği ayarı yapılırken, altın gibi mücevheratla ilgili böyle bir yönlendirme görmemekteyiz.

Oruç gecelerinde, kişinin eşiyle cinsel birliktelik yaşamasını sakıncalı gören anlayış da, din adına, kendi doğal isteklerini keyfi biçimde sınırlama yoluna gitmektedir. Allah, böyle bir sınırlamayı, kişinin, “kendisine ihaneti (tehtânûne enfusekum)” olarak ifade etmiştir. Öyle ki, bu durum, tövbeyi ve affı gerektirmektedir. (Bkz. Bakara, 2/187) Demek ki din adına, zühd yaşam adına, insanın doğal ve meşru ihtiyaç ve isteklerini kısıtlaması, Allah tarafından kabul edilmemiş, tövbenin konusu olmuştur.

Tekrar konumuz açısından anahtar ve odak ayetin bağlamına dönersek, eğer insanların, temel ihtiyaç maddeleri konusunda ekonomik sıkıntıları yoksa, ziynet, gösteriş ve şov yoluyla kibir aracına dönüşmüyorsa, israf yoksa, paylaşım varsa, kimse insanların kalite arayışını ve süslenme arzusunu kınayamaz ve din adına mahkûm edemez.

“De ki: ‘Kulları için çıkardığı Allah’ın ziynet eşyalarını (süslenmeyi) ve sağlıklı temiz olan gıda maddesinden herhangi birini kim haram kılmıştır!?” De ki: ‘Bunlar, Dünya yaşamında, ilahi hakikatlere inanıp güvenmiş kişilere aittir, Kıyamet Günü ise sadece onlara ait.” İşte ilahi hakikatleri (ayetleri) bilen bir halka ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf, 7/32)

İşte din adına, daha dindarlık adına, keyfi biçimde süslenme eşyalarını, süslenmeyi veya sağlıklı temiz beslenmeyi haram kılmaya kalkınca, Allah’ın asıl vermek istediği mesaj perdelenmektedir. Asıl gerçek buharlaşmaktadır. Haram kılınan şeyler, süslenmek ve beslenmek değil, gayri meşru ilişkilerdir, haksız hukuksuz yere işlenen suçlar ve günahlardır, saldırganlıktır, taciz ve tecavüzdür.

“De ki: ‘Rabbim, yalnızca açık ya da gizli gayrimeşru ilişkileri, toplumsal suç olan büyük günahları, hak-hukuk dışı saldırganlığı, haklarında hiçbir delil indirmediği kişi ve nesneleri, Allah’ın yetki ve niteliklerine ortak kılmanızı (şirk koşmanızı) ve bilmediğiniz (emin olmadığınız şeyleri Allah’a izafe etmenizi (dayandırarak konuşmanızı) haram kılmıştır.” (A’raf, 7/33)

Buna göre Allah’ın haram kıldığı şeyler şunlardır:

1 – Açık ya da gizli gayrimeşru ilişkiler

2 – Toplumsal suç olan büyük günahlar

3 – Hak-hukuk dışı saldırganlık

4 – Putlaştırmak

5 – Bilmediği konularda Allah adına konuşmak

Evet, Allah’ın haram kıldığı şey, birilerini veya bir şeyleri putlaştırmaktır (şirk) ki bundan dolayı çok büyük ölçekli din istismarı ve sömürü çarkı, insanların hayatını cehenneme çevirmektedir. İnsanların Allah adına, güya daha dindarlık adına kendi kafalarından ahkam kesmeleri, bilmedikleri, emin olmadıkları konularda haramlar ve helaller türetip, bir de bunu Allah’a izafe etmeleridir.

A’raf, 7/32’den sonra bu mesajın verilmesi, gerçek dinin, bütün dinlerde cahil halk tarafından nasıl perdelendiği, temel hakların nasıl hiçe sayıldığı gerçeğini önümüze sermektedir. Barış içinde yaşamak için asıl tutunmamız gereken ilkelerin, A’raf, 7/33’de bildirilen beş esas olduğunu bilmemiz gerekmektedir.

Kur’an’ın “din” diye nitelediği bu genel ilkeler, En’am, 6/148-153 ve İsra, 17/22-39’da daha geniş biçimde verilmiştir.

 

 

 

[1] Buhârî, Nikah: 1; Müslim, Nikah: 5, (1401); Nesâî, Nikah: 4, (6, 60)

[2] Buhârî, İ’tisam: 5, Edeb: 72; Müslim, Fedâil: 127, (2356)

[3] Ebu Dâvud, Salât: 317 (1369)

[4] Tirmizî, Kıyâmet 21, (2455)

[5] Buhârî, Edeb: 86, Savm: 51, Teheccüd: 15; Tirmizî, Zühd: 64 (2415)

[6] Ebu Dâvud, Edeb: 52, (4904)

[7] Arapçada “mescid” sözcüğü, bulunduğu dilbilgisi kalıbı gereği, “hakka (ilahi hakikatlere) teslimiyet (secde etme) mekanı, zamanı ve durumu (mastar)” anlamlarını ifade etmektedir.

[8] Prof. Ali Yardım hakkında bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/yardim-ali

[9] Prof. Ali Yardım, (Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fak. Hadis Anabilim Dalı Başkanı) İslamda Altın Yüzük Kullanımı, Damla Yayınevi, 1998

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir