Ölmüş Firavun’un Cesedi
Ölmüş Firavun’un Cesedi
Eski Mısır’da güçten düşen Firavun öldürülürdü.
Firavun güçlü olmak zorunda olduğu için, hastalık, felç vs. halinde güçsüz görüneceği ve “tanrılık”özelliği zedeleneceği için öldürülür ve yerine güçlü olan getirilirdi.
Firavun güçlü, otoriter ve “kodum mu oturtur”durumda olmak zorundaydı. Zaten Firavun’a onun için “Tanrı Ra’nın gözü/oğlu” (Fi-Ra-Vun) denmekteydi.
Buna karşın Firavun’un da tanrısal özelliklerini kaybetmediği sürece halkı öldürme hakkı vardı. Çünkü mücessem varlığıyla o tanrıydı aynı zamanda. Tanrı dediğin de öldürür ve yaşatırdı!
Bütün Mısır’ın mülkü ve uzayıp giden nehirler onundu. Halka rızkını veren oydu. Dirlik ve düzen için her türden tanrısal yetkiyi (yaşam, ölüm, rızık) sınırsızca kullanırdı. İtaat edeni en iyi makamlara getirir, elinden tuttuğunu uçurur, üzerini çizdiğini zırru zeber ederdi.
Buna karşın asla düşmemesi gereken durum “güçsüz” lüktü. Bütün bu yetkilerine karşın eğer bir gün hastalanmak, yatağa düşmek, acizlik vb. güçsüzlük görüntüleri sergilerse bu sefer kendisi öldürülürdü.
Firavun ile halk arasında bir tür “ensest” ilişki vardı.
Firavun güçlendikçe halk itaatine itaat katarken, halk itaat ettikçe Firavun gücüne güç katardı.
Firavun’un gücü ölüm, yaşam ve rızık etrafında dönerdi.
Firavun düşmanı öldürmek, dostu yaşatmak ve muti kullarına bol rızık vermek zorundaydı. Bunu yapamadığı an güçten düşmüş sayılır ve kaçınılmaz son gerçekleşir, öldürülürdü…
***
İtalyan düşünür Machiavelli “Hükümdar” (Egemen) adlı kitabında bu döngüye “iktidarın (devletin) tabiatı” der.
Buna göre devletin mantığı ile dinin mantığı aynı işlemez.
Devletin mantığı “güç”, dinin mantığı “hak” üzerinden işler.
Devletin mantığına göre “güçsüzlük”, dinin mantığına göre ise“haksızlık” büyük suç ve günahtır.
Bu nedenle devlet iktidarı, her türden yalan, yolsuzluk, peşkeş, aldatma, fail-i meçhul, terör, baskı, inkar, asimilasyon, zulüm vb. öldürme, yaşatma ve bol rızık dağıtma görevlerini icabında gözünü kırpmadan yapması gerekir. Aksi halde güçten düşeceği için devletin mantığına ters düşmüş olur ve böylesi bir iktidarın “öldürülmesi” (iktidardan düşme/devlet zafiyeti) kaçınılmaz hale gelir.
Dinin mantığı ise hak üzerinden işleyeceğinden ve bütün bunlar haksızlık olacağından “devletin mantığı bunları gerektiriyor” olsa bile yapılamaz. Yapılırsa büyük bir suç ve günah işlenmiş olur.
Bu nedenle Machivelli, devletin mantığı ile dinin mantığının “ontolojik”olarak uyuşmaz olduğunu söyleyerek, dinin devletten ayrılması gerektiğini, devletin kendine özgü bir tabiatı ve ontolojisi olduğunu, ya bunun böylece kabul edilmesini ya da devlet ve iktidar işinden uzak durulmasını, manastırlara ve kiliselere çekinilmesini öğütlemiştir…
***
Eğer öyleyse tarih boyunca “isyan peygamberlerini” nasıl izah edeceğiz?
Yani hak ve adalet için “zulme karşı” meydanlara atılan, Firavun saraylarına yürüyen, zalim devletlere ve imparatorluklara isyan eden peygamberlerin yaptığına ne diyeceğiz?
Nemrud’a karşı İbrahim…
Firavun’a karşı Musa…
Roma’ya karşı İsa…
Kureyş’e karşı Muhammed….
Kisra’ya karşı Zerdüşt…
Raca’ya karşı Budha…
Bunların “Zamanın egemenine” hem de gücünün en zirvesindeyken dikilme, itiraz ve isyan bayrağı yükseltmeleri ne anlama geliyor?
Kanımca bunlar devletin mantığına karşı dinin mantığının, güce karşı hak mantığının yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.
Soylu isyanlar ve cesur yüreklerdir.
Dikkatle bakın, insanlık tarihindeki bütün devrimlerin ateşleyicisi hep bu ve benzeri soylu isyanlar ve cesur yürekler olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
Bu anlamda tarih boyunca peygamberler insanlık vicdanının patlaması olarak ortaya çıkmışlardır. “Zamanın egemenine” karşı çıkma, eleştiri, itiraz ve isyan bayrağı yükselterek insanlığın adalet arayan damarının kurutulamayacağını göstermişlerdir.
Yaşayanın karşısına dikilmişler, ölmüş Firavun’un cesedi ile uğraşmamışlardır.
Öyle ki örneğin Babil İmparatorluğu, egemenliğinin zirvesindeyken İbrahim’in soruları ile sarsıldı…
Musa, Firavun gücünün zirvesindeyken Mısır’ın kalbine yürüdü…
İsa, Roma dünya gücü iken öyle bir rüzgar estirdi ki artık Roma bir daha eski Roma olamadı…
Kureyşli tefeci bezirganlar, Mekke’nin tek egemenleri iken Hz. Muhammed’in isyanı ile önce sarsıldılar, ardından yer ile yeksan oldular…
Budha’nın, Zerdüşt’ün, Mazdek’in, Mani’nin hayatını okuyun hep aynısının olduğunu göreceksiniz.
Bunların amacı devleti ele geçirip, devletin mantığını din kılıfı altında sürdürmek değildi. Devletin mantığını (yalan, rüşvet, aldatma, baskı, zulüm, sömürü, fail-i meçhul, inkar, asimile, fişleme, takip, dinleme, temerküz, kenz, öldürme, yaşatma vb.) dinin mantığına (doğruluk, dürüstlük, açıklık, adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, emek, hakça paylaşım vb.) uydurmaktı.
Ne kadar olabilirse o kadar…
Nereye kadar gidebilirse oraya kadar…
Devletin içinde olsa bile “devlet mantığına” karşı sürekli devrim ve amansız bir mücadele…
***
Daha iktidara gelmeden devletin mantığı ile hareket edenler bu işin altından kalkamaz.
Ceketi ile gelip ceketi ile gitmeyi göze alamayanlar peygamberlerin nefesini çağa taşıyamaz.
Yiyiciler, götürücüler, kariyerist ve konformistler; “devletin mantığı” ile hareket edenler hendeğin öbür tarafındadır. Abdestlisi abdestsizi fark etmez.
Adalete “iman etmeyenler” zulmün kökünü kazıyamaz, kendileri zalime dönüşür, tiran, tağut ve Firavun olurlar.
Yiyiciliğin ve götürücülüğün bir şekilde kenarından tutanlar, yolsuzluk ve rüşvet networkünün içinde olanlar, dosyası, kaseti vs. bulunanlar düzeni değiştiremez. Karşılıklı dosya örtbas etmelerle işlerini sürdürürler.
Şimdi hendeği yeniden kazmak lazımdır.
Yeni bir siyasi hareket değil; yeni bir sosyal/toplumsal hareket yaratmak lazımdır.
Gücünün zirvesindeyken “zamanın egemenine” karşı çıkmak lazımdır.
Güçten düştüğü için zaten öldürülmüş Firavun’un cesedi ile uğraşmak mertlik değildir.
Mertlik, diri, yaşayan, gücünün zirvesinde ve “sapı bizden” olan egemene karşı durabilmektir.
***
Bu nedenle…
Ölmüş Firavun’un cesedi ile uğraşamam.
Ona karşı yapmam gerekeni gücünün zirvesindeyken; yaşıyor, esiyor, yağıyor, gürlüyor, fişliyor, takip ediyor, yargılıyor, yaşatıyor, öldürüyor, bol rızık dağıtıyorken yaptım.
28 Şubat polis karakolları, mahkeme tutanakları, köşe yazıları, meydanları, sokakları, cami önleri tanığımdır.
Ölmüş Firavun’un cesedi ile uğraşamam.
Bana gücünün zirvesinde; şu an yaşayan, esen, yağan, gürleyen, fişleyen, takip eden, yargılayan, yaşatan, öldüren, bol rızık dağıtan “zamanın egemeni” lazım.
Onu sorularımla sarsarım.
Sarayının, kâşanesinin üzerine yürürüm.
Ali Şeriati’nin dediği gibi peygamberlerin varisi olan aydının yapması gereken budur.
Egemenin yaşayanına köle, ölmüşüne Firavun kesilenler bunu anlayamaz. Mantığımız aynı işlemiyor.
Ölmüş Firavunun cesedi ile uğraşamam.
Bana yaşayan lazım. (İhsan Eliaçık)