Kur’an’ın Mesajı ve Muhatapları

Kur’an’ın Muhatabı Kimdir, Kimlerdir?

Kur’an’ın ilk muhatabı, elbette Allah’ın Elçisi Muhammed (a.s.)’dir. İlk muhatap olarak, vahiyle gelen her mesajı en fazla ciddiye alan ve ona en fazla değer veren kişi, o olmuştur. Kur’an’da bildirilen diğer elçiler de, ellerindeki kitaba en fazla değer veren insanlar olmuşlardır. Kur’an’da bunu doğrulayacak çok sayıda delil bulmak mümkündür. Onların Kitab’a değer vermesi; öncelikle mesajı doğru anlamak, insanlara ulaştırmak ve vahyin getirdiği sorumlulukları tam anlamıyla yerine getirmekti.

Kur’an’ın muhatabı, yalnızca bir ırk, bir millet, bir cinsiyet veya bir sınıf değildir. Onun muhatapları, öncelikle ona inananlar ve tabii tüm insanlardır. Onun muhatabı olarak yalnızca bir sınıfı görmek, ona şaşı bakmaktan kaynaklanır.

Allah Elçisi bile, onun muhatabı olarak yalnızca kendisini görmemiş veya bu amaçla özel bir sınıf inşa etme gibi bir çaba içine de girmemiştir. O, herkesin Kur’an’la içiçe yaşamasını istemiştir. Onun çevresinde şehrin merkezinde yerleşik hayat yaşayan kentli, kentin uzağında yaşayan köylü, çöllerde göçebe hayat yaşayan bedevi insanlar vardı.

Bu konuda yapılan bir araştırmada o dönemdeki iş kollarıyla ilgili meslekler şöyle ifade edilmiştir:

1 – Koyun, keçi, sığır, at, eşek, katır ve deve gibi hayvanların kimisini binmek, kimisini ise süt temin amacıyla yetiştirenler, bunların çobanları ve kasaplar;

2 – Çadır, mefrûşât, ayakkabı, çanta ve parşömen gibi amaçlarla dericilik yapanlar;

3 – Arıcılık ve avcılık yapanlar;

4 – Meyve, sebze ve hububat gibi zirâi ürünlerle uğraşanlar;

5 – Örmecilik yapanlar;

6 – Sirke üreticiliği yapanlar;

7 – Kumaş ve çadır gibi konularda dokumacılık, eğiricilik ve terzilik yapanlar;

8 – Boyacılık yapanlar;

9 – Taş işçiliği, marangozluk ve kuyuculuk gibi inşaat işinde çalışanlar;

10 – Altın, gümüş, çömlekçilik, demir ve silah gibi konularda madencilik yapanlar;

11 – Ulaşımla ilgili alanda kervancılık, muhafızlık ve kılavuzluk yapanlar;

12 – Sağlıkla ilgili olarak doktorluk, hemşirelik, ebelik, sütanneliği, sünnetçilik, baytarlık yapanlar;

13 – Kuaförlük, berberlik, attârlık gibi estetik alanında çalışanlar;

14 – Şairlik, oyunculuk ve müzisyenlik yapanlar;[1]

Bunların dışında iyi kılıç sallayan ve ok atan savaşçılar, iç ve dış ticaretle uğraşan tüccarlar ve ülkenin yönetiminde rol alan yöneticiler sayılabilir.

Allah Elçisi hayatta iken, Müslümanlar arasında bu meslek gruplarından her birinde çalışan insan bulmak mümkündü.

Kur’an’ın Ana Mesajı

Onların Allah Elçisi’nden öğrendikleri en önemli konu, İslam’ın temel ilkesi olan “Allah’tan başka ilah kabul etmemek”ti; onlar, bu ilkeyi kabul etmiş olmakla hiç kimseyi ve hiçbir şeyi putlaştırmayacaklarına, yalnızca Allah’a ait olan nitelikleri, Allah’tan başkasına atfetmeyeceklerine ve vahyin mesajına aykırı insan ürünü hükümlere inanmayacaklarına ve uymayacaklarına söz vermiş olmaktaydılar. Allah’ın hükümlerine bağlı kaldıkları zaman Allah’ın, daima onların yanlarında yer alacaklarına olan inançları tamdı. Evet, Müslüman olan herkes, Allah’ın Elçisi’nden bunları öğrenmişti. Onları diğerlerinden ayıran en önemli fark, bu noktada ortaya çıkıyordu. Onlar, bunun için yurtlarında acılar çekmişler, eziyet ve işkenceye uğramışlar, baskı ve şiddete maruz kalmışlar, aç, susuz ve uykusuz kalmışlar ve bundan dolayı yurtlarını terk etmişlerdi.

Allah’ın Elçisi, bugün sanıldığı gibi, sünnetleri ve nafileleri temsil eden bir ruhani kişi değildi. O, Allah’ın buyruklarının (farzların) ilk uygulayıcısı, sınırlama ve kısıtlamalarının (haramların) ilk kaçınanı ve bu konularda en fazla hassasiyet göstereni, insanları da öncelikle ve daima bu konularda hassasiyet göstermeye çağıranı idi. Günümüzde sanki bunlar, yalnızca Allah’ın talepleri ve Allah’ın razı olacağı işler olarak görülmektedir. Hz Peygamber’in talepleri ve razı olacağı işler ise sünnetler, mekruhlar, menduplar ve nafileler olduğu sanılmaktadır. Farz namazını kılan kişi bunu Allah için, sünnet namazını kılan kişi de bunu Peygamberimiz için kıldığını düşünmektedir. Oysa Allah’ın talepleri ve Allah’ın razı olacağı işler, aynı zamanda Allah Elçisi’nin en fazla riayet ettiği işlerdir. Örneğin, Allah duayı ve zekâtı emretmişse ki emretmiş, Allah Elçisi’nin, bunları fırsat buldukça fazladan yapması, Hz. Peygamber’in kendisini değil, yine Allah’ı razı edecek işler olmasından dolayıdır. İslam’da Allah’ın ayrı, Peygamber’in ayrı talepleri ve razı olacakları ayrı işler yoktur.

Kur’an’ın muhatapları, Allah Resulünden sonra yukarıda sıralanan çeşitli meslekleri iş edinen işte bu insanlardı. Onlardan her birinin ya evinde ya da hafızasında, Kur’an ayetleri bulunmaktaydı. Ellerindeki ve hafızalarındaki ayetler, o güne kadar gelen metinlerden oluşuyordu. Onlar, bu metinleri okuyor, bunlar üzerinde kafa yoruyor, bunların ışığında hayatlarına yön veriyorlardı.

Onlara her bir ayeti Allah Elçisi öğretmiyordu. Onlar zaten işin özünü kavramışlardı. İşin özünü kavrayan bir insan için vahyin diğer ayetleri, eğer konu yalnızca onurluca yaşamaksa, gayet açık hale gelirdi, geliyordu. Konu, eğer entelektüel ve zihinsel doyumsa, elbette ki çok daha fazla mesai gerekirdi.

İki örnek, konuyu daha anlaşılır kılacaktır:

Bunlardan birincisi, Ebu Zer’in durumudur.[2] Ebu Zer, Müslüman olduktan sonra Hz Peygamber’in isteği üzerine kendi yurduna dönmüştür. Medine’ye hicret edinceye kadar 13 yıl gibi uzun bir süre Allah’ın Elçisi’yle ve Müslümanlarla görüşmesi olmamıştır.

İkinci örnek, Hz. Ali’nin abisi Ca’fer’le birlikte 60 erkek ve 16 kadın Müslümanın durumudur.[3] Onlar, 615-616 yıllarında Habeşistan’a hicret etmiş ve 628 yılında Medine’ye hicret edinceye kadar 13 yıl boyunca Hz Peygamber’den ayrı olan Müslümanlardı.

Bu iki örnekte; Ebu Zer’in yurduna döndüğü İslam’ın ilk yıllarında ve Ca’fer ve diğer Müslümanların Habeşistan hicreti sıralarında, Allah’tan gelen ayet sayısı, bilindiği gibi sınırlıydı. Bu insanlar, yalnızca sahip oldukları inançları ve ellerinde veya hafızalarında bulunan sınırlı sayıda vahiy metniyle yıllarca Müslümanca yaşamışlardır. Özellikle Ebu Zer, oldukça sınırlı bir bilgiye sahipti. O, Hz Peygamber’le 3-5 gün bile kalmamıştı. Ca’fer, 3-5 yıl bile eğitim almamıştı. Onların yanlarında her an danışacakları bir peygamber bulunmuyordu. Buna rağmen, onların ne inançlarında, ne ahlaklarında ve ne de ibadetlerinde bir sorun yoktu.

İslam’ı kabul ettikten sonra, uzun süre kendi bölgesine dönen insanlar yalnızca bunlar değildi.

Tüm bu insanlar kendi yurtlarına veya başka yurtlara gittiklerinde namaz ve vakitlerini düzenleyen ayetler henüz gelmemişti. Orucu emreden ayetler de inmemişti. İçki ve kumar da yasaklanmamıştı. Kadınların giyimi konusunu düzenleyen ayetler de henüz gelmemişti. Farzlar ve haramlar diye bildiğimiz bu benzeri buyruklar ve sınırlamalar henüz bilinmiyordu. Ama onların her biri takdir edilecek bir İslami bilince, inanca ve ahlaka sahip idiler.

Günümüzde nafile ibadetler denince insanların bir çırpıda aklına gelen nafile namazlar, nafile oruçlar, nafile hac (umre), sünnet diye bilinen uygulamalar, yüzlerle ve binlerle hatim inmeler ve salavat getirmeler, onların hayatında hiç mi hiç yer almıyordu.

Onlar için Allah’ın dini; hiç kimseyi ve hiçbir şeyi putlaştırmamak, Allah’tan başka hiç kimseye güvenmemek ve bel bağlamamak, O’ndan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye dua etmemek, Allah’ın buyruklarına koşulsuz bağlanmak, O’ndan başkasından gelen saçma sapan isteklere asla boyun eğmemek, birbirlerini dost ve kardeş bilmek, asla cana kıymamak, çalmamak, haksızlık yapmamak, ezilenlere sahip çıkmak ve hak ve adaletten asla sapmamak anlamlarına geliyordu.

İşte bunlar, onları güvenilir kılıyordu. Gelen vahiy metinlerini bu doğrultuda anlıyorlardı. Aralarında teolojik bir tartışma yoktu. Çünkü onların derdi; yalnızca insanca, onurluca ve Rablerinin bildirdiği hakka uygun bir yaşam yaşamaktı.

Kur’an’ın muhatapları, yalnızca Allah’ın Elçisi ve onunla birlikte yaşayanlar değildi. Allah’ın Elçisi’nin yanından geçen herkes Kur’an’ın muhatabıydı; onun mesajına kulak veren kişiler inanan, kulak vermeyen kişiler de inanmayan muhataplardı. Yolu, Elçi’nin yanından geçen herkes, Kur’an’ın muhatabıydı. İnanan muhataplardan Elçi’nin yanında bir gün kalan da vardı, üç gün kalan da, üç ay kalan da, üç yıl kalan da, onüç yıl kalan da, yirmi üç yıl kalan da… Hz Peygamber’in yanında üç gün kalan veya üç ay kalan kişiye, “Bu kişi Kur’an’ı anlamaz gözüyle bakılmıyordu.” Onlar, Kur’an’ı yanlış anlayabilirler endişesiyle Kur’an’dan uzak tutulmuyorlardı.

En önemli konu, ilk mesajı doğru anlamaktı, ilk mesajı özümsemekti… İlk mesajı sindirenler, vahyin sonraki mesajlarını anlamakta zorluk çekmiyorlardı. Onların alim olma gibi bir iddiası veya merakı yoktu; ancak inanan her kişi, iyi bir Müslüman, bilinçli ve ahlaklı bir Müslüman olma gibi üstün bir amaca sahipti.

Onlardan her biri, ne sistemli bir eğitim ve öğretimden geçmişti, ne de herhangi bir akademik kariyere sahipti. Onların izlemek zorunda hissettikleri ne bir mezhep, ne de bir meşrep söz konusu değildi. Bütün bir kelam külliyatını, fıkıh külliyatını, tefsir külliyatını, siyer ve hadis külliyatını okuma yükümlülükleri ve sorumlulukları da yoktu. Çünkü bu külliyatların kendisi yoktu. Elimizdeki külliyatlar, onların hayatlarına bakılarak çıkarılan sonuçlardı. Onlar vahye uydukça, yaşadıkları da vahiyle kitaplaşıyordu. Elçi ve beraberindekilerin, İslam adına verdikleri mücadele, Kur’an’da söze ve metne dönüşüyordü.[4] Diğer elçiler ve beraberlerindeki kişilerin hayatları da vahiyle söze ve metne dökülerek Kur’an’ın önemli bir kısmını oluşturuyordu.[5]

Nitekim “Ey peygamber (nebi)!” diye başlayan ayetlerde, elçi olarak izlemesi ve yapması gereken sorumluluklar hatırlatılmıştı.[6]

Ey elçi (resul)!” diye başlayan ayetlerde, sorumlu davranan elçiye moral verilmiş ve destekleneceği vaat edilmişti.[7]

Ey insanlar!” diye başlayan ayetlerde, Allah’ın kitapla bildirdiği kanıtların ve doğada yarattığı işaretlerin verdiği mesajlara karşı kör, sağır ve dilsiz davranılmaması istenmişti.[8]

Ey Âdemoğulları!” diye başlayan hitaplarda, herkesin aynı soydan geldiği vurgusuyla daha dostane mesajlar verilmişti.[9]

Ey inananlar” diye başlayan hitaplarda, inananların yükümlülükleri ve sorumlulukları hatırlatılmıştı.[10]

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın muhatabı, yalnızca Allah’ın Elçisi değildir. Onun muhatapları, aynı zamanda ona inananlardır. Onun muhatapları, tüm insanlardır. Onun muhatapları, birbirleriyle soydaş ve kardeş olan tüm Ademoğullarıdır.

Kadınların yüksek miktarda mehir istemesi sonucu evliliğin zorlaşması karşısında Hz Ömer’in mehrin miktarına bir üst sınır getirmek için girişimde bulunduğu rivayet edilir. Hz. Ömer, minberde iken, “Dikkat ediniz. Kadınların mehirlerini yüksek tutmayın” demiş, bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak, “Ey Ömer! Allah bize veriyor, sen ise mani oluyorsun..” diyerek “Eğer bir kadını bırakıp yerine başka bir kadın almak isterseniz ne kadar çok olursa olsun birincisine verdiğiniz hiçbir şeyi geri almayın” (4Nisa/20) ayetini ileri sürerek itiraz etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Herkes Ömer’den daha fakîh!” demiş ve kendi görüşünden vazgeçmiştir. Buna göre âyette, “mehr”in fiyatlarının artabileceğine dair bir işaret bulunmaktadır. (Razi, 4Nisa/20. ayetin tefsiri)

İşte adını sanını bilmediğimiz bir kadın, kendisini Kur’an’ın muhatabı kabul etmiş, devlet başkanının alacağı idari tedbire müdahale etme hakkını kendisinde görmüştür. Hz. Ömer de, bu kadının, kendisini Kur’an’ın doğrudan muhatabı olarak görmesini takdirle karşılamıştır. “Bunca bilen insan var, sen şartları biliyor musun, sen Ömer’den daha mı iyi biliyorsun” gibi bir müdahale hakkını kendisinde bulmamıştır. Kimden gelirse gelsin, Allah’ın mesajı karşısında Ömer’in de teslimiyet içinde olduğunu görmekteyiz.

Allah Elçisi Hz Muhammed’in yaşadığı dönemde Kur’an’ın muhatapları; tarım ve hayvancılık yapanlar; deri, örme ve dokumacılık işinde çalışanlar, inşaat işinde çalışanlar, madencilik yapanlar; sağlık, ulaşım, ticaret, siyaset, güvenlik, edebiyat gibi çeşitli iş kollarında çalışanlar, çobanlık ve avcılık yapanlar olmuştur.

Bugün Kur’an’ı okuyup anlamaktan korkan insanlar var. “Aman ha, ya yanlış anlarsan, ne olacak?” diye korkutulan insanlar var. “Aman yanlış anlamayayım” diye Kur’an’ı okumaktan, onu incelemekten uzak duran binlerce, milyonlarca insan var. Ona inandıklarını düşünüyor, ancak onu yanlış anlama korkusuyla ondan uzaklaşıyor bu insanlar… Üstelik üniversite mezunu, İlahiyat Fakültesi mezunu, lisansüstü çalışma yapmış ve hatta öğretim üyesi olmuş, profesör olmuş insanlar bile onu anlayarak okumaktan çekiniyorlar.

Oysa bu insanlar, en azından metin okumak, metin yazmak konusunda deneyim sahibidirler. Biraz hukuk ve edebiyat bilinci olan herkes, okuryazar olmasa bile, salt dinleyerek bile Kur’an’dan nasiplenir. Yeter ki onun ana mesajını bilmiş ve özümsemiş olsun. Kent ortamında yaşayan ve kafasını kuma gömmeyen hemen herkesin, özel bir eğitim almamış olsa bile, hayatın içindeyse, sorumlu davranıyorsa şu veya bu düzeyde hukuk ve edebiyat bilinci zaten olur.

O nedenle Kur’an’ın muhatabı olarak, yalnızca din bilginlerini görmek, Kur’an’a yabancılaşmanın bir sonucudur. İnsanları ondan uzak tutmak, Allah’a ve Kitab’a güvensizliğin bir sonucudur. İnsanları ondan uzaklaştırmak için çaba harcamak, Allah ile insanlar arasına duvarlar ve engebeler inşa etmektir. Bunu yapan insan, farkında olarak veya olmayarak Allah’ı karşısına almaktadır. Bu ise, insanın düşebileceği en kötü durum olmalıdır. İnsanların sapacakları sınır, asla Kur’an olamaz. İnsanların Kur’an dışında her şeyden sapma ihtimalleri vardır. Bilgisiz insanlar, Kur’an’la sapmaz, aydınlanırlar. Çünkü Kur’an, en doğru yola rehberlik eder. (17İsra/9) Kur’an’la; ancak artniyetliler, sahtekârlar, ayartıcılar; kibirli, riyakâr ve bencil insanlar, zalimler ve caniler saparlar. (17İsra/82)[11]

Dipnotlar

[1] Elnure Azizova, Hz. Peygamber Döneminde Çalışma Hayatı ve Meslekler, (Doktora Tezi), İstanbul, 2007 Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[2] İlk bedevî müslüman diye bilinen Ebû Zer, İslam’ı kabul eden ilk dört veya beş kişiden biridir. Hukuk tanımaz bir kabileden gelen Ebu Zer, İslam’ı duyunca Mekke’ye gelmiş, uzun bir takip sonucu Allah Resulüyle görüşmüş ve İslam’ı kabul etmiş, bu inancını herkese duyurduğu için Mekkeliler tarafından defalarca şiddete maruz kalmıştır. Sonunda Hz Peygamber ondan kendi kabilesine dönmesini, halkını İslam’a davet etmesini ve çağrılmadıkça Mekke’ye gelmemesini istemiştir. Ebû Zer aldığı emri aynen uygulamış ve gayretleri sayesinde kabile halkının yarısı İslam’ı kabul etmiştir. Ebû Zer, Uhud (3/625) veya Hendek (5/627) Savaşı’ndan sonra Medine’ye hicret etmiştir.

[3] Allah Resulü’nün davetinin ilk yıllarında, yaşanan baskılar ve uygulanan şiddet sonucunda, 615’de, Habeşistan’a ilk hicret gerçekleşti;  bu hicrete 11 erkek ve 4 kadın, toplam 15 kişi katılmıştı. 616 yılında ise 82 erkek ve 18 kadın, diğer bir ifadeyle 100 Müslüman, aynı ülkeye hicret etmek mecburiyetinde kalmıştı. Onların her biri, en fazla 3-5 yıldır Müslüman olmuştu. İkinci kafilenin liderliğini, henüz 25 yaşlarında olan Hz. Ali’nin abisi, Ca’fer b. Ebi Talip yapmıştır. Mekkelilerin artık baskılarından vazgeçtiğine dair asılsız haberler üzerine ikinci hicretten 3-5 ay sonra 33 erkek ve 6 kadın, toplam 39 Müslüman Habeşistan’dan geri dönmüştür. Onlar arasında Hz Osman ve eşi, Zubeyr ibn Avvam, Abdullah ibn Cahş, Mus’ab ibn Umeyr, Abdurrahman ibn Avf, Abdulllah ibn Mes’ud, Ammar ibn Yasir, Osman ibn Ma’zun, Ebu Huzeyfe gibi tanınmış isimler de vardı. Habeşistan’dan uzun süre dönmeyenler arasında 60 erkek, 16 kadın bulunmaktaydı. Bunlardan bir kısmı Medine’ye hicretten sonra geri dönmüş, Ca’fer b. Ebi Talip gibi bazı Müslümanlar ise 628 yılına kadar Habeşistan’da kalmış, Hayber’in Fethi’nden sonra Hz Peygamber’in önderlik etiği Medineli Müslümanlara katılmıştır.  (Adem Apak, İslam Tarihi)

[4] “De ki”diye başlayan ifadelerde, Elçi’nin neler dediğini, Elçi’ye ve inananlara nispet edilen her söz ve davranış, onların bu durumunu gözler önüne sermektedir.

[5] Peygamberler ve onlara inananlarla ilgili yaşamöyküleri (kıssa) bu gerçeği teyit etmektedir.

[6] Ey peygamber (nebi): 8/64,65,70; 9/73; 33/1,28,45,50,59; 60/12; 65/1; 66/1,9)

[7] Ey elçi (resul): 5/41,67)

[8] Ey insanlar: 2/21,168; 4/1,133,170,174; 7/158 10/23, 57,104,108; 22/1,5,49,73; 27/16; 31/33; 35/3,5,15; 49/13; 82/6; 84/6.)

[9] Ey Âdemoğulları: 7/26,27,31,35; 36/60)

[10] Ey inananlar: 2/104,153,172,178,183,208,254,264,267,278,282; 3/100,102,118,130,149,156,200; 4/19,29,43,59,71,94,135-136,144; 5/1-2,6,8,11,35,51,54,57,87,90,94-95,101,105-106; 8/15,20,24,27,29,45; 9/23,28,34,38,119,123; 22/77; 24/21,27,58; 33/9,41,49, 53,56,69-70; 47/7,33; 49/1-2,6,11-12; 57/28; 58/9,11-12; 59/18; 60/1,10,13; 61/2,10,14; 62/9; 63/9; 64/14; 66/6,8.

[11] Kur’an’a, Allah tarafından çeşitli nitelikler verilmiştir. Bunlar; 1) Değerlerle donatılmış (kerîm), 2) Yasa ve Kitap (kitab), 3) Hak ile batılı ayıran ayraç (furkan), 4) Hakkı hatırlatma (zikr), 5) Temel hükümler içeren (hakîm), 6) Aydınlatan (nur), 7) Canlandırıp harekete geçiren (ruh), 8) Öğüt veren (mev’iza), 9) İyileştirici çözümler sunan (şifâ), 10) Kılavuz (huda), 11) Açıkça ortaya koyan (beyan), 12) İlahi söz (kelam), 13) Kurtuluş reçetesi (rahmet), 14) Gerçekleri açıkça ortaya koyan (mubin), 15) Şerefli (mecid), 16) Hakikat (hak), 17) Mektup (risale), 18) Verimli-üretken (mübarek), …

Kaynakça:

Kur’an-ı Kerim

DİA, İslam Ansiklopedisi.

Prof. Adem Apak, İslam Tarihi, Ensar

Elnure Azizova, Hz. Peygamber Döneminde Çalışma Hayatı ve Meslekler, (Doktora Tezi), İstanbul, 2007 Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Turgut ÇİFTÇİ

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir