Tanrı’ya Raporlar

(7)

Sevgisinden ve merhametinden şüphe duymadığım Tanrıma…

Sevgili Tanrım…

Bugün milattan sonra 22 Ocak 2011 Cumartesi…

Sevgisi ve Merhameti bol Kerim Tanrı’ın Selamıyla/Adıyla

Yeni yılın ilk yazısıyla karşınızdayım. Yaklaşık 1 aydır ara verdiğim yazılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Sizleri beklettiğimin farkındayım, amma ve lakin telafi edeceğim bu boşluğu, emin olabilirsiniz. Şimdi yeni yılla birlikte yeni bir hayat kapımızı çalmadı, noel baba da gelmedi, kimse yeniden doğmadı ve ölüler dirilmedi. Hayat devam ediyor a dostlar.

Hayat devam ediyor etmesine de, ben yeni yıla nasıl mı girdim? Merak edenler buyursunlar…

Yine aziz bir dost ile Taksim’deyiz. Yeni yılın ilk dakikaları. Dur dinle hele, bak neler oldu. Kolundan tutar gibi çağırdım o meydana. Gel dedim, gör bak ne oluyor, bir gör istedim. Aziz dostum da kırmadı sağ olsun geldi.

Hikâyemize devam edelim.

Şimdi şurada bir milyon insan var dostum. Hepsi bir çarkı döndürmek için toplandı, bizi dışarıda tutuyorum, biz gözlemciyiz tamam mı? Tamam dostum.

Üç bin küsur polis, her köşe başında, gelen giden aranmakta. Ve tüketmek üzere orada olanları, çılgınca, hayvanca eğlenmek isteyenler daha rahat olsunlar diye köşelerdeler işte, iyi bak onlara. Bak şu karşıdan gelen insanlara; işte onlar birazdan meydana doğru gelecek, diğerleri İstiklal’e doğru karışacak. Şu elinde hediye çantaları ile dolaşan insanlara da iyi bak ve şu gördüğün birazdan kendisi ile pazarlık yapanla birlikte gidecek, hediye paketi gibi duruyor değil mi? Bak şuradakinin bu olan bitenle de alakası yok, sanırım karnı aç. Bak şu da simit satıyor. Parası olmayan ama çarkın dişlisi olmaktan da geri durmayan o kişiye de iyi bak. Bak şu sokak çocuğunun gözlerine, gördün mü acıyı, sevgisizliği ve şefkatsizliği? İyi bak şurada çılgınca dans edenlere. Şu insanların birbirleriyle olan iletişimine pardon iletişimsizliğine de iyi bak. Bak şu birbirine yabancılaşan ve birbirini gördüğüne, birbiriyle iletişim içinde olduğuna inanan insanlara.

Nasıldı sahi sloganları? İhtiyaçlar sınırsız, kaynaklar sınırlı!

İnsanları hep bu yalanla oyaladılar ya. Bak canımı fazlaca sıkan bir şey daha… Bu gördüğün düzensizlik var ya, işte o, bu sloganı üreten ve besleyenlerin istediği düzen. Yukarıda gördüğün ne varsa bu düzenin, yani düzensizliğin, yani cehennemin diğer adı.

Evet, paraları var veya yok ama cehennemdeler aziz dostum.

Gör bak, bunlar çılgınca tüketsin diye sistemin bunları nasıl koruduğunu.

Daha fazla düzensizlik olsun diye sistemin nasıl da çırpındığını gör bak.

Görüyor musun aziz dostum?

Görüyorum. Hatta şunu söyleyebilirim aziz dostum; “Gördüm gerçeği kalkınca perdeler. Sahi ne güzelmiş şu görünenler.”

İşte böyle dostum. Bunun bir büyük adımını da dünyadaki tüm devletler yapıyor

Nasıl yani?

Şöyle ki, hani bazen duyarsın, “güven ve istikrara en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” şeklinde başlayan spot cümleleri.. Ah ne menem bir cümledir bu. Niye daha fazla istiyorlar bu demokrasi maskesinin altına gizledikleri istikrar ve güven ortamını? Niye biliyor musun, insanlar ‘lay lay lom – toz pembe görüntülerle’ uyutularak daha fazla düzensizliğin içinde fena fi’l-mamon olup yaşayıp gitsin diye..

Boşuna demiyoruz, bağırmıyoruz; ya Allah’a (İnsanlığa, sevgiye, barışa, sınıfsızlığa, umuda)tapacaksınız ya da Mamon’a (ego, para, mal, servet, iktidar, güç, mülk, sınıf, hiyerarşi) diye…

Bak dostum, insan iki şeye kulluk edemez, işte bunlardan birini seçeceksin. Biri sen ve senin de içinde bulunduğun dünyada sana cenneti yaşatır, diğeri ise cehennem çukurlarından bir çukur yapar hayatını. Öyleyse seç, tercihlerinden sorumlu tutulacak olan sensin. Bunu hiç unutma olur mu? Etken olmak veya edilgen olmak elimizde. Bunu da unutma.

* * *

Merhaba Tanrım

Gündemin en çarpıcı manşetlerinin atıldığı şu günlerde, ruhum elimde dolaşıyorum sokaklarımda. Bazen kendi sokaklarımdan çıkıp, çıkmaz sokaklarda da yürüyebiliyorum. Görmek, bilmek ve duymak için. Hayat denen şu serüven ve oyun alanında keşfettiğim hikâyelerle yürüyorum. Sokaklarda bulmacaları, bilmeceleri ve denklemleri çözmeye çırpınıyorum. Tüm bu sokaksal silüetler ya da yansımaları ah ne boş, ah ne hoş…

Ve aydınlık, bazen hep görmek istediğim umudun önünde, zaman zaman da arkasında. Felsefe diyarlarından kopuyor ve sürüklüyor edebiyatın çemberine benliğimi. Dâhil olduğum her kelimenin sorumluluğu yüreğimin isyanına, feryadıma tanıklık ediyor.

* * *

Dünya Raporu

İsyan Tanrım.

O gün kendimi yakmasaydım bunlar olur muydu? Oldu işte. Ben tetikledim, isyan başladı. Benim adım Tunus. Benim adım Muhammed. Annem bana Muhammed Bouazizi derdi. Buna da şükür Tanrım. Elimden gelen sadece buydu; kendini yakmak! Aşk ile yandım gördün mü? Nasıl da karıştı küllerim isyan ateşine. Şahit oldunuz mu insanlar; haydi söyleyin, şahit olduk deyiverin.

Tunus isyanı… Milattan sonra 2011. Ocak ayının en çarpıcı gündemi. Gündem Tanrım…

İnsan doğaçlama yaşamayı özledi biliyor musun? Bil lütfen, bunu da bil. Gerçekten çok özledik. Kurgusuz ve doğaçlama yaşamayı çok özledik. Son üç yüz yıla girene kadar acı-tatlı, iyi-kötü, sınıflı-sınıfsız, ezileniyle-ezeniyle yaşıyorduk. Son yüz yıla kurguyla girdik. Toplum mühendisliği diye bir şey çıktı çok sonraları. Şimdi geldiğimiz son otuz yılın sonunda ayaklandık. Ne yapalım, elimizden ekmeğimizi ve aşımızı çalmışlardı. Bir tek kişi, kişisel banka hesaplarında milyonlarca parayı, bizden çaldıklarını sakladı. Yığdı da yığdı, servetine servet kattı. Nasıl da yığdı şerefsiz! Biz de aç kaldık Tanrım.

Ülkesinden kaçırdığı tonlarca altını tartıştık, İsviçre’deki banka hesaplarını da. Hâlbuki bu adamın diktatör, Karun, hükümdar, imparator, kral olduğu süre içerisinde, ailesine, akrabalarına, aşiretlere, kabilelere, diğer iktidar çapulcularına, askerine, polisine, muhaliflere harcadıklarını ve verdiklerini hiç konuşmadık.

Bir halkın emeğinin nasıl da ziyan olduğunu, insanların acımasızca nasıl sömürüldüğünü görerek, bilerek ve anlayarak konuşalım. Gözden kaçırmamamız gereken bir konu daha var bu isyan ile ilgili. Çok çarpıcı bir ayrıntı ve bu detay Friedrich Wilhelm Nietzsche’yi haklı çıkarıyor;“Her kim bir canavarla çarpışmayı göze alırsa, bir canavar olmayı da göze alsın. Çünkü karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar.”

Zeynel Abidin de Burgiba karanlığına çok derin bakan biriydi. Canavarın canavarlaşması için yetiştirdiği çok özel bir ‘küçük’ canavardı Burgiba’nın yanında..

Zeynel Abidin Bin Ali, 1987 senesinde Başbakanlık koltuğuna otururken aşamalı bir plan dâhilinde oradaydı. Kısmen de olsa Habib Burgiba’yı tasfiye sürecinde bu işi ondan daha iyi yapabileceğine kendisini inandırmıştı. Evet, diktatörlüğü ondan daha iyi yapacaktı. Bunun için oradaydı zaten.

Zeynel Abidin döneminde Tunus’un Batı yanlısı dış politikasında kritik bir değişiklik olmadı. Bu yönetim değişikliği ülkede belirli bir liberalleşmeyi getirirken ekonomide de köklü reformların önünü açtı. Nisan 1989’daki seçimler Bin Ali’nin büyük çoğunlukla görevde kalması ve Anayasal Demokratik İttifak adını alan iktidar partisinin gene kesin bir zafer elde etmesiyle sonuçlandı. Hükümet 1990’ların başlarında halk arasındaki etkisini gitgide artıran İslamcı Nahda (Yükseliş) Partisi’ne karşı sert bir mücadele başlattı.

Körfez Savaşı sırasında Irak’a yönelik müttefik saldırılarına karşı çıkması, ABD’nin yapmaya söz verdiği askeri yardımları kısmasına ve Kuveyt’in bu ülkeye yaptığı yatırımları durdurmasına yol açtı. 1992’de, Cezayir’de İslamcı harekete karşı düzenlenen ordu destekli darbe, Tunus’ta hükümet çevrelerince hoşnutlukla karşılandı. Şaşırmadık tabii ki buna. Başta da söylediğim gibi, o çevreler de nemalanıyordu Abidin’den…

1990’ların başlarından 2002’ye kadar süren yaklaşık 10 yıllık dönemde sürekli büyüyen Tunus ekonomisi, 2002’de kuraklık ve azalan turist sayısıyla en düşük seviyesini gördü. Ancak 2003’ten itibaren ortalama yüzde 5 oranında bir büyüme hızı gösterdi.

Abidin, 1999 ve 2004’te tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi. Bununla birlikte Zeynel Abidin yönetimi insan hakları ihlalleri, siyasi muhaliflere uygulanan baskı ve basın özgürlüğünün kısıtlanması nedeniyle tüm dünyada insan hakları kuruluşlarının ağır eleştirilerine maruz kalmaktaydı. Kendisini denetleyen tüm mekanizmaları tek tek ele geçiren Zeynel Abidin, halkın refah seviyesini de kapitalizmin ve emperyalizmin istediği şekilde belirleme yolunu tercih etmişti. O koltukta oturmasını isteyenler, sokaklar cayır cayır yanarken onu ülkeden kaçırdılar. Milattan sonra 14 Ocak 2011 günü ülkesinden ayrılırken yanında tonlarca altın götürdüğü iddia edildi. Zeynel Abidin, asker ve istihbaratçı geçmişinden sonra devlet kademelerinde hızla yükselip Başbakanlığa sonra da Cumhurbaşkanlığına nasıl yükselmiş umarım anlatabilmişimdir. Biraz araştırdım, şimdilik karşıma çıkanlar bunlar. Yeni bilgileri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

* * *

Türkiye Raporu

Açlıktan, yoksulluktan ölen bebeğe sorulduğu vakit:

Samsun, Türkiye’nin gündemine birkaç gün önce 2,5 aylık Kübra Bakırcı’nın açlıktan öldüğü haberiyle düştü. Bebeğin açlıktan öldüğü haberler sonrasında acılı aileye yardım yağdı, anne ise tepki göstererek “Bebeğim öldükten sonra bunlar gelmiş, ne önemi var? Önceden yardım edilseydi kızım ölmeyecekti. Mama bile alamıyordum, açlıktan öldü” dedi.

Tecavüze uğramış yüz binlerce kadın ve yine öldürülen milyonlarca insana sorulduğu vakit:

İngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair, Irak savaşı ile ilgili ikinci kez Chilcot soruşturmasında tanık sandalyesine oturdu.Blair, kendini yasal sakıncalara rağmen Saddam Hüseyin’i silahsızlandırmak için ne gerekiyorsa onu yaptığını söyleyerek savundu.

Yazılı ifadesinde Blair, dönemin ABD Devlet Başkanı George W. Bush’a Ocak 2003’te Britanya’nın yasal sakıncalarına rağmen Saddam’ı silahsızlandırmak için “ne gerekiyorsa” onu yapacağı şeklinde “güçlü bir taahhüt”te bulunduğunu belirtti.

Blair, 14 Ocak ve 30 Ocak 2003’te General Peter Goldsmith kendisine askeri bir harekat için BM açıklaması gerektiği tavsiyesinde bulunduğunu kabul etti, fakat bunun “geçici” olduğunu ileri sürdü.

* * *

Mehmet Lütfü Özdemir
Milattan sonraki bir zaman diliminde yeryüzünde yazılmıştır…

http://www.adilmedya.com/haber.php?id=13962

 

Tanrı’ya Raporlar (9)

Sevgisi ve Merhameti bol Kerim Tanrı’ın Selamıyla/Adıyla

Sevgisinden ve merhametinden şüphe duymadığım Tanrıma…

Sevgili Tanrım…

Bugün milattan sonra 21 Şubat 2011 Pazartesi..

Olan ve olmaya devam eden ve tüm bu oluşlar sürecinin tam ortasındaki bir zaman diliminden merhaba.

Bugün benim doğum günüm Tanrım.

Doğmayanların yanından kalkıp doğanların yanına geleli uzun bir zaman oldu.

Varlığım insanlığa armağan olsun diyeli tam yirmi yedi/sekiz sene geçmiş.

Sahi dünya ne zaman kuruldu Tanrım?

Ben neden bu zaman dilimindeyim bir de bunu anlayabilsem.

Ve neden zaman var ah bir dokunabilsem!

Ontolojik çelişkiler sonrasında anlamsızlıklardan sıyrılıp kafamı her kaldırışımda seni gördüğüm için kendimi şanslı mı saymalıyım, bilmiyorum Tanrım?

Ya şansı olmayanlar ve bu şansı hiç yakalayamayacak olanlar, onlar ne olacak Tanrım?

Bugün benim doğum günüm ve ölünce/doğunca sana teşekkür edeceğim Tanrım.

* * *

Tanrım inan bana…

İnan ne malım var ne de mülküm. İnsanlığımdan, özgürlüğümden, umudumdan ve sevgimden fazlası hiç ama hiç olmadı Tanrım.

Hep şunu düşündüm, durdum: bir gün insanlığı, özgürlüğü, umudu ve sevgiyi mülk edinirsem diye korktum. Senden korktum Tanrım.

Tanrım inan bana. İnan. İnan başka korkumda yok Tanrım!

Hem korku nedir ki Tanrım? Korku bir insanın zaaflarının saklanamadığı ve elde ettiklerini kaybetmemek için söylediği yalanlardan ibaret değil mi?

Korku nedir ki Tanrım ya da ne değildir ki?

* * *

Başka türlü korkmak

İnsan korkar. İnsan elinden kayıp giden zamandan bile korkar. İnsan mekândan da korkar. Mekâna hapsedilmekten de, mekânı hapsetmekten de. Eşyaya olan bağlığından korkar insan. İlişkilerinden de korkar. Ne korkaksın sen ey İnsan!

İnsan korkar Tanrım. Yalanlar üzerine kurduğu, egoların üstüne kurduğu ve yine hırsından gözünü hiçbir şey görmeyecek hale getirdiği insanlığından da, korkar insan.

Öyle korkaktır ki insan, Tanrı’yı şahit tutar korkularına ve yalanlarına. Hatta korkularına Tanrı’yı da ortak eder. Ve hatta bu korkularından dolayı Tanrı üstüne yemin ederler.

Öyle korkaktır ki insan, kurulu düzeninden taviz vermemek için kırkta bir takla bile atar.

İşte biz o insana, doğarken yapayalnız olan o insana sesleniyoruz:

“Bana bırak doğarken yapayalnız olan o adamı… Zenginliğine zenginlik kattığım, etrafında dolanıp duran oğullarıyla önüne alabildiğine geniş imkânlar serdiğim o adamı… Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor….” (Kur’an’ı – Kerim: Müddesir; 74/11-14).

Tanrıyı, korkularınıza, yalanlarınıza ve bunların üstüne inşa ettiğiniz karaktersiz ve kişiliksiz duruşlarınıza değil, iyiliğe, adalete, eşitliğe, umuda, özgürlüğe ve sınıfsız topluma şahit tutulmalısınız. Bunu da hatırlatalım sizlere.

Yemin, Tanrı’nın üstüne ve Tanrı’nın üstünden yapılacaksa lafla değil pratikle gösterilmelidir.

Yeminin ne/ne üzere olduğunun önemi kadar unutulmaması gereken bir şey daha vardır ki o da asıl yeminin yeryüzünde karşılık bulması gerekliliğidir.

Yeminlerimizin hayatta bir karşılığı yoksa ağzımızdan da çıkmamalıdır. O yüzden siz insanlara binlerce yıldır boşuna yemin etmeyin diyoruz.

Hayatta bir karşılığı yok ise yemin etme! Gösteremeyeceğiniz, tutamayacağınız ve yapamayacağınız yeminlerin bir anlamı yoktur!..

* * *

Mısır özelinden tüm dünyaya…

Aziz bir dost ile karşılaşmak yine bir meydanda. Ha Tahrir ha Taksim Meydanı. Beni Mısır’dan gelen arkadaşı ile tanıştırdı. Özetle birbirimizi tanıdık ve kardeş olduk. Sohbetimizin tamamını buraya yazamayacağım, onun Mısır’daki gösterilerde neler yaptığını söylemem uzun sürer ama küçük diyaloglar aşağıda sizi bekliyor. Gerçi gündemi az çok takip edenler sokaktaki insanların neler yaşadığını ve neler yaptığını iyi biliyor.

Muhabbetin sonunda bir yanımda yine Mısırlı Türkçesi az biraz olan bir kardeşim ve diğer yanımda dilini bilmesem de sarıldığım öbür Mısırlı kardeşim. İçtiğimiz çayların sarhoşluğu ile bir olmanın, umutlu olmanın ve insan olmanın en erdemli hazzını haykırdık caddelere sokaklara. Sahi ateşte yakacaktık fakat zamanı var dedik, heyecanla ayrıldık.

Aynı heyecan ile bir gün İstanbul’da, NewYork’da, Kahire’de veya Paris’te veya Londra sokaklarında, hiç ama hiç fark etmez nerede olursa olsun buluşacağız diye sözleştik.

Ve şimdi sizlere aramızda geçen diyaloglardan bir kesit aktaracağım.

– Beni Mısır’a piramitleri gezmek-görmek için çağırma kardeşim! Firavun ölülerinin tapınaklarını gezmeyelim. Beni yaşarken öldürülmüş, yoksul bırakılmış Kahire mezarlıklarında yaşayan ve her gün diri diri toprağa gömülen iki milyon insanın yanına götür, olur mu?

– Olur kardeşim.

– Beni İstanbul’a götür kardeşim. Silueti bozulmuş, ruhu elinden alınmış, sekiz bin yıllık tarihi müzeleştirilip hikâyeleştirilmiş İstanbul’a götür. Hikâyeden değil, arka sokaklarına götür beni. Adı yok, yaşı on beş – on altı. Tiner çeken, bali koklayan o çocukları göster bana, olur mu?

– Olur kardeşim.

– Beni Fransa’ya götür kardeşim. Banliyölerinde kızartılmış kızgın isyanın rengine bürünsün yüreğim olur mu? Beni Eiffel Kulesinin altına götür, hemen dört ayağının kenarında esrar çekip mayışmış Mağriplilerin yanına, olur mu?

– Olur kardeşim.

– Biz umut olalım kardeşim, bizi duyalım ve görelim olur mu? Biz insana insanlığından başka bir şeyin olmadığını haykırıp duralım olur mu?

– Olur kardeşim.

* * *

Sarıl bana Tanrım. Kollarıma gir. Sevgi ve merhamet yumağı olalım Tanrım.

“Bilir misin, nedir zor olan?

Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak…
(boyunduruk altındakileri kurtarmak)

Zor zamanda vermek…
Öksüzün başını okşamak…
Düşmüşün elinden tutmak…
İman etmek…

Güçlüklere göğüs gerip acıları paylaşmak;
Sevgi ve merhamet yumağı olmak…

İşte erdemliler bunlardır.”

(Kur’an’ı – Kerim: Beled suresi; 12-18)

* * *

Tanımlanamayan ve açıklanamayan tüm yeryüzü kavramlarının bu kadar çok cömert KERİM ve RAHMAN ve yine RAHİM olmasının ve aslında yeryüzünde her an gördüğümüz dokunduğumuz işittiğimiz selamın üzerimize, sabrın üzerimize, merhametin üzerimize olması dileğiyle.

Oluş süreci ve iyi kavramına yüklenen tüm anlamlar adına.
Esenlik üzerinize olsun. Sağlıcakla..

http://www.adilmedya.com/haber.php?id=15179

 

Tanrı’ya Raporlar (14)

Sevgisi ve Merhameti bol Kerim Tanrı’nın Selamıyla/Adıyla

Sevgisinden ve merhametinden şüphe duymadığım Tanrıma…

Sevgili Tanrım…

Bugün milattan sonra 20 Haziran 2011 Pazartesi..

Olan ve olmaya devam eden ve tüm bu oluşlar sürecinin tam ortasındaki bir zaman diliminden merhaba ey insanlık..

* * *

Merhaba Tanrım..

Yorucu bir gün geçirecek ve sınıfsal çelişkiler yaşayacak insanlara, yaşadıkları dünyadan haberler vermek ve yine onlara unuttukları bazı şeyleri hatırlatmak istiyorum..

Suriye’de binlerce insan öldü.
Binlerce kadın dul binlerce çocuk yetim kaldı.
On binlerce insan evini yurdunu terk etti.
Kadınlara hatta çocuklara tecavüz ettiler ve cinsel organlarını kestiler..
Halkı yıldırmak için ellerinden geleni ardına koymuyor bu şerefsiz kan emiciler..
Baas partisi/rejimi, vampir Esad ve yanlıları sırtlarından geçindikleri halkı katlediyor..
Haberler de gördükleriniz yaşanan acıların çok azı..
Ya görmediklerimiz?
Ya bize göstermedikleri?
Ya göstermek istemedikleri gerçekler yani gerçek kavramının tam karşılığı ‘acı’lar..

* * *

Tanrım..
Sen bizi helak et…
Sen bizi helak et yoksa biz insanlar kendimizi yavaş ve sancılı ölümlerle her gün helak etmeye devam edeceğiz..

Baksana Tanrım, Irak’tan da artık ‘sıradan’ haberler geliyor.. Dünyanın neresine dokunsan hep acı ve kan var.. Fazla gözlerden ırak olmayan, içerisinde yaşadığımız şehirlerde de var aynı acılar.. Yetim çocukların dramı ve üçüncü sayfa haberlerine konu olan ölümler..

Ve dünya… Bombalanan pazar yerleri, meydanlar, askerler, silah satıcıları, uyuşturucu kaçıranlar, hak gaspçıları, adaletin a’sından uzak kalpsiz vicdansız insanlar, bankalara ihtiyaçlarını karşılamak üzere koşan garibanlar, servetlerine servet katanlar, sevgilisini koluna takıp özel uçaklarıyla denize açılanlar.. Zenginlikten şımarmış, yaşadıkları şehirlerin saygın ileri gelenleri..

Tanrım, ne zor bir yer burası?..
Ne zor bir düş bu hayat?..
Ne acı bir duygu bu yaşamak?…

Galiba bu filmin, bu düşün ve hayatın en güzel repliği şu olsa gerek: Helak olalım helak…

* * *

Bir keresinde karşıdan karşıya geçerken gözleri otobüs bekleyen onlarca insana takıldı.
Bir yere bakıyorlardı….. Hepsi tek bir şeye odaklanmış oracıkta beklemekteydiler..

Ama önce….

Hayat, yaşam ve erdemli olmak üzerine birkaç kelam etmek istiyorum.

Pratiklerimizden ve deneyimlerimizden ibaret bir yaşam biçimini savunanlardanım.
Erdemli olmanın yolu pratiklerden geçiyor, en azından ben böyle düşünüyorum.

Ve en güzel örneklikler yaşayarak ve yaşatarak verilir bunu biliyorum.. Ve kötü olan, yani akla mantığa sığmayan hareketlerin, pratiklerin, insana, doğaya kısacası canlılara karşı yapılan olumsuz her pratiğin de insanların vicdanında ‘kötü’ olarak anıldığını biliyorum..
Öyle inanıyorum ki çoğu insanda böyle düşünüyor.

Diğer insanlara, canlılara ve doğaya karşı ortaya koyduğumuz iyi örneklikler, pratikler ve bu pratiklerden öğrendiğimiz deneyimler bizi bir sonraki erdemli adım için hep diri tutar. Diri tutmanın yanında bizi hep bu yolda dosdoğru gitmeye teşvik eder.

Erdemli insan olma yolunda attığımız adımların deneyimler ile dosdoğru yola varmasını sağlamak; güzel örneklikleri yaşamak ve yaşatmak ile de alakalı.

Erdemli insan olmanın o yüce faziletine erişme noktasında biz Âdemoğlu’nun yapması gereken tek şey adım atmak… Küçükte olsa, birileri görse de görmese de o adımı atmak çok önemli..

Adım atmadan hiçbir şey değişmiyor çünkü..

Nerede olursak olalım, hangi koşullarda yaşamımızı sürdürüyorsak sürdürelim iyi insan olmak hiç zor değil.

* * *

Ankara’da yine bir akşam vakti. Yer Kızılay Meydanı. Otobüs durağında bekleyen onlarca insanın gözü tek bir yere bakıyor. Yaşını başını almış bir adamı izliyor bütün gözler. Adam karşıdan karşıya geçmek için çabalıyor. Gözler ise izlemeye devam ediyor.

Hadi dedim. Haydi.. Göster onlara nasıl karşıya geçileceğini..

Ve şehre koşarak giren adamı gördüm orada.. Bir anda attı kendini yaşlı adamın yanına.. Yolun orta yerinde adamı kucakladığı gibi karşıya geçirdi. Evet, adamın iki bacağı dizinin hemen biraz üstünden kesilmişti. Ve yaşlıydı ve yine geçimini sağlamak için sakız, mendil vb. şeyler satıyordu….

Hikâyemize devam ile…

Şehre koşarak giren adam önce halka baktı. İçinden “siz insanlar ne kadar da vurdum duymaz ve taş kalpli olmuşsunuz, şunlara bak, sadece izlemekle yetiniyorlar” dedi.. Sonra yaşlı adama yaklaştı. Selam verdi. Adamın önünde duran mendil, sakız vb. şeyler sattığı kutuyu önce karşıya aldı. Yaşlı adam sadece o kutuyu götürdüğü için bile teşekkür etmeye razıyken, genç geri dönüp adama yaklaştı. Amca hazır mısın, hadi karşıya geçiyoruz, dedi.. Karşıya geçmeden önce trafiği durdurdu. Sonra birlikte karşıya geçtiler ve o yaşlı adam yoluna eline geçirdiği terlikleri ile devam etti.

Şehre koşarak giren genç.. Yaşlı adamı sadece karşıdan karşıya geçirmek ile kalmadı… Otobüs durağında bekleyen onlarca insana dönerek içinden geçirdiği sözleri, sergilediği örneklik ile yüzlerine çarptı.. Sadece onlara bir şey söylemek istedi bu tavrı ile.. Onlara insan olduklarını hatırlamalarını istedi..

Yine başka bir şehre doğru yol alırken ortaya koyduğu örneklik, ortaya koyacağı diğer örneklikler için onu diri tutacaktı..

* * *

Yukarıda ‘şehre koşarak giren genç’ yıllar önce Ankara’da o meydanda akşamları işporta tezgahında çalışıyordu.. Yıllar sonra bir diğer meydanda işportacıları izlerken buldu kendini…

Sorular sormak için ve iç hesaplaşmalar için ara sıra uğradığı o meydandan bu defa aziz bir dostu ile geçiyordu.. Gözü iki küçük kız çocuğuna takıldı. İkisi de öyle tatlı ve yaramazdı ki onlara merhaba demesek, başlarını okşamasak ayıp olurdu..

Eskiden Fransız sömürgesi olan Senegal’den yollara düşüp Türkiye’ye gelen bir ailenin ikiz kız çocukları. Merhaba diyoruz önce.. Tepki vermiyorlar… Anneleri o ara işporta tezgahına uğrayan turistlere bir şeyler satıyor.. Merhaba diyoruz tekrar, bu defa anneleri neden bize cevap vermediklerini soruyor ufaklıklara ve bize merhaba demeleri için çocukları uyarıyor.. Çocuklar da karşılık veriyor bize.. O küçük siyah ellerini uzatıyorlar.. Ellerinden öpüyorum ikisinin de.. Başlarını okşayıp isimlerini soruyorum.. Biraz anne ile de sohbet ettikten sonra, “Bir Halk, Bir Hedef, Bir İnanç”  (Senegal Cumhuriyeti’nin sloganı) için onlara iyi bak ve bu çocukları çok sev, deyip ayrılıyoruz..

* * *

Sabahın en aziz vaktindeyim..
Bir ezan vakti..
Bir namaz vakti..
Bir iç hesaplaşmanın yapılacağı vakit..
Yeryüzünde olmanın ağırlığı ve sancısının en çok hissedildiği vakitte…
Yürüyorum…

İstanbul’un Fatih semtinde arka sokaklarda bulunan küçük bir camiye yaklaşıyorum..
Camiden çıkan ve ayaküstü sohbet eden iki yaşlı adam görüyorum..
İçimden “bu adamlara selam vermeden geçme” diyerek kendimi uyarıyorum…
Öyle yorgun bir gece ve bir gün geçirdiğimden adımlarımı yavaş yavaş atıyorum..
Tam o iki adama yaklaşırken, ikisinin de birden önüne bir yavru kedi çıkıyor..
Gözlerim yavru kediye bir de sohbet eden ve artık yaşlanan o iki adama bakıyor…
Öyle izliyorum… Selam vereceğim daha, kendimi bekliyorum..
Yaklaşıyorum..
Ne oluyorsa o an oluyor…
O iki yaşlı adama selam vermeden kaçıyorum oradan..
Gözüm onları bir daha görmek istemiyor…
Çok kızıyorum onlara…
Kalpleri olsa kırmak istiyorum ama olmadığını bildiğim için yorgun adımlarımı hızlandırıyorum..
“O yavru kediye niçin vurdunuz..
Neden tekme attınız..
Hem de ikiniz..
Az önce kıldığınız namaz size bunu mu öğretti?
Size değil selam vermek yaşınıza hürmetim olmasa suratınıza tükürmek isterdim..” diye söyleniyorum oracıkta..

Ah be.. Ne vardı başka bir sokaktan yürüseydim ve siz namaz kılan yaşlı insancıkların gerçekten o namazla bir şeyler öğrendiğini zannetseydim..

Ah be… Keşke atmaz olaydım o adımları da o küçük kedinin acıyı hissettiği an çıkardığı sesi duymasaydım..

* * *

‘ Dine bir söz ile girmeyeceğiniz gibi bir sözle de çıkamazsınız. Komşusu aç iken tok uyuyan dinini terk etmiştir. Fazlalıklarından kurtulmayan ise asla ‘din’e girememiştir..
Öyleyse haykır onlara: “sizin dininiz size benim dinim bana” ’ diyerek, sizleri erdemli sözler ile baş başa bırakıyorum…

‎”Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de paraya (Mamon) kulluk edemezsiniz!” –Matta: 6/24, Luka: 12/33-36, 16/13

‎”İnsanların umutlarıyla oynama, belki tek sahip oldukları şey odur.” – Konfüçyus

‎”Yanı başında komşusu aç iken tok yatan mümin değildir.” – Ebu’l-Kasım (Yetim Muhammed)

‎”Bir evin gölgesi, katıksız ekmek ve Ademoğlunun avretini örten şeyden ötesi fazladır. Ademoğlunun onda hakkı yoktur.” – Ebu’l-Kasım (Yetim Muhammed) / (dipnot: Ebu’zer nakletmiştir: Tırmızi; Zühd, 9/206)

‎”Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.” – Ebu’l-Kasım (Yetim Muhammed)

‎”Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Gözde bakışı, kalpte şehveti büyütür.” – Nasıralı İsa

‎”Ağaçlar çoktur, ama hepsi meyve vermez. Meyveler çoktur ama, hepsi tatlı değildir. İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.” – Nasıralı İsa

‎”İnsanlarla öyle iyi geçininiz ki düşmanınız bile ölümünüze ağlasın.” –  Ali (ra)

‎”Kim sözünü yerine getirir ve erdemli bir yaşam sürerse, bilsin ki ALLAH erdemlileri sever.” – Kur’an – 3:76

‎”Tek kesinlik, erdem bilgisindedir. Erdem öğrenilir.Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünmez, ayrılmaz. Erdem insanın kendini bilmesi, tanımasıdır.” – Sokrates

‎”Erdem, İnsanın,insanüstüne ulaşmak içinharcadığı çabadır.” – Friedrich Nietzsche

* * *

Dipnot: Okuyucular bu erdemli sözlerde adı geçen Muhammed Peygambere ve İsa Peygambere niçin bu şekilde (Nasıralı İsa ve Yetim Muhammed..) hitap ettiğimi merak edecekler. Bunu açıklamak istiyorum.

Nasıralı İsa ve Yetim Muhammed.. (Ebu’l-Kasım) Bu ifadeler onları kendimden ve yeryüzünde yaşayan Ademoğullarından ayrı bir yere ayrı bir sınıfa koymadığımı gösterir.. Onlar bu dünyada varsa bensiz, ben bu dünyada varsam diğer insanlardan farklı olamam..
Onlara dokunmayıp bir yerde tutan ve kimselerin erişmemesini sağlamak isteyenler ve sadece kendilerinin onları anlayabileceğini ve onlar hakkında konuşabileceğini  söyleyenler, yine bu isimler üzerinden rant elde edenlerdir.. Dokunanları da sen ne yapıyosun aman cıss dokunma diye korkuturlar ve mesafe koymak isterler.. Evet, bunlar din adamları ve ruhban sınıfıdır..

Evet benim söylemlerim bu sınıfa bir itiraz bir tepki olmak ile birlikte, yine peygamberlere dokunmak onları yaşamak ve onların misyonunu yaşatmak isteğimden fazlası da değildir..

Korku duvarlarını yıkmak için acele edin…
Dokunmaktan korkmayın…

* * *

Tanımlanamayan ve açıklanamayan tüm yeryüzü kavramlarının bu kadar çok cömert KERİM ve RAHMAN ve yine RAHİM olmasının ve aslında yeryüzünde her an gördüğümüz dokunduğumuz işittiğimiz selamın üzerimize, sabrın üzerimize, merhametin üzerimize olması dileğiyle.

Oluş süreci ve iyi kavramına yüklenen tüm anlamlar adına.
Selam ve esenlik üzerinize olsun.
Sağlıcakla..

 

— Mehmet Lütfü Özdemir
Milattan sonraki bir zaman diliminde yeryüzünde yazılmıştır…
http://www.adilmedya.com/haber.php?id=18102

Tanrı’ya Raporların tamamı için:
http://www.adilmedya.com/kategori.php?katid=24

 

 

 

 

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir