Hz Peygamber’i Anlamak ve Anlatmak

(Aşağıdaki yazı, bir etkinlikte yapılan konuşmanın metnidir.)

Gökten yağmur indi,

Yer yeşerdi,

Toprak filizlendi,

Başaklar olgunlaştı;

Meyve verdi,

Ve insan hayat buldu…

Öncelikle bana bu imkanı bahşeden Rabbime sonsuz övgüler ve şükürler olsun. Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün peygamberlere selam olsun; onların hepsini iyilikle, güzellikle ve hayırla yad ediyorum.

Vahiy elçilerinin tüm hayatlarını adadıkları ilahi mesajı anlatmak, ağır bir sorumluluk olsa gerek. Bu sorumluluğun bilincinde olan biri olarak bu ilahi mesajı ve onun rahmet elçilerini anmaya, anlamaya ve anlatmaya gayret ediyorum ve edeceğim.

Şunu bilmeliyiz ki bütün peygamberler; dünyanın en dürüst, en güvenilir, en adaletli, en sorumlu, en sabırlı, en merhametli ve en cesur insanlarıydı. Onların gayretleri sayesinde dünyaya barış, dostluk, kardeşlik, saygı ve sevgi egemen oldu.

Daha peygamber olmadan önce Hz. Muhammed’i, o günkü halkın, “Muhammedu’l-Emîn” olarak nitelemesi ve Rabbimizin, daha vahyin ilk aşamasında, “Kuşkusuz sen, üstün bir ahlâk üzeresin.” (68: 4) diye bildirmesi bu gerçeği teyit etmektedir.

Allah Resulünün inananlara örnekliğini bildiren ayeti de bu çerçevede ele almak gerekir: “Andolsun,Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (33: 21)

Örnek insan, erdemli söz ve davranışlarıyla başka insanların kendisine gıpta ettiği kimsedir. Allah’ın seçtiği elçiler dürüst ve güvenilir kişilikleriyle, sorumlu ve adil tutumlarıyla, hoşgörülü ve merhametli yaklaşımlarıyla, cesur ve sabırlı özellikleriyle her dönemde örnek insanlar olmuşlardır. Hayatları incelendiğinde onların; ideal baba, vefakâr eş, güvenilir komşu, candan dost oldukları görülür.

Allah Resulü de, daima doğruyu söylemiş, dürüst ve adaletli olmuştur. O, inanmadığı şeyleri yapmamış, yapmadığı şeyleri de kimseden istememiştir. Kimseye haksızlık etmemiş, haksızlığa da rıza göstermemiştir. Zengin-yoksul, kadın-erkek veya etnik köken ayrımı yapmamıştır. Kimseyi küçümsememiş ve hafife almamıştır.

O, daima verdiği sözde durmuş,  çevresine daima güven vermiş, çevresindekiler de ona güven duymuştur. Kendisine, ailesine, topluma ve dünyaya karşı sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmiştir. Allah da onun, Kur’an’da ‘makamen mahmud’ diye ifade ettiği “övgüye değer bir makama” yükseltilmesinden söz etmiştir.

Hz. Peygamber’i örnek almak; onun gibi yaşamak, onun gibi davranmak, onunla özdeşleşmek… Bu, öncelikle onu doğru anlamakla mümkündür. Onun uygulamalarının amacını iyi kavramadan ona benzemeye çalışmak, örnek almaktan ziyade taklit etmeye yol açacaktır.

Hz. Peygamber’e vahyedilen dinin özü, hak ve adalettir. Dini terminolojide hak ve adalet, “takva” sözcüğü ile ifade edilir. Kısaca İslam’ın özü, ruhu takvadır. Hak ve adalet, dinin belkemiğidir. Hak ve adaletin çiğnendiği yerde din, şekil ve görüntüden öteye geçmez. Salt şekil ve görüntüye indirgenen bir dinden de kimseye hayır gelmez.

Hz. Peygamber’i başarılı kılan temel öge, yakın dostlarının güçlü kişilik ve sağlam karaktere sahip olmalarıdır. Onlara bu özelliği kazandıran şey ise, vahiy bilincidir. Nitekim Aişe validemiz, Allah’ın Elçisi hakkında bilgi isteyenlere, “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlaki Kur’an idi” cevabını vermiştir. Allah nasıl bir insan istiyorsa, o, işte öyle biri olmuştur. Onun hayatı Kur’an olmuştur… Allah, vahyi 23 yılda peyderpey indirmiş ve Kur’an, adeta 23 yıllık peygamberlik döneminin kitaplaştırılmış haline dönüşmüştür.

Bir düşünelim, Hz. Peygamber bu çağda, bizim ülkemizde yaşasa idi acaba nasıl yaşar, neler yapardı, ne yer ve ne giyerdi?

Bizim gibi otomobile, metroya binmez miydi; buzdolabı, televizyon, bilgisayar ve çamaşır makinesi kullanmaz mıydı?

Peygamber efendimiz (a.s.), yaşadığı dönemde açık bir haram olmadıkça diğer insanlar nasıl giyindiyse öyle giyinmiş, herkes nasıl beslendiyse öyle beslenmiş, bu konularda diğer insanlardan farklı bir imaj çizmemiştir. Bu konuda söylenebilecek en önemli fark, israf ve ihtişamdan kaçınması, sahip olduğu şeyleri yoksullarla paylaşmasıdır.

Eğer Hz. Peygamber bu çağda yaşasaydı, bilimsel gelişmelere ne kadar önem verirdi? Okuma-yazma oranı acaba yüzde kaç olurdu? Bugün bile her türlü kötülüğün reva görüldüğü savaş tutsaklarını, 10 kişiye okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakan bir peygamberin, insanların okumasına ne kadar önem verdiğini tahmin edersiniz.

Hiç kuşkusuz o, hangi asırda yaşarsa yaşasın insanlarla iletişimi güçlendirmenin, iyi ve güzel olanı artırmanın, hak ve adaleti egemen kılmanın yollarını arardı. Örnek almak ile taklit etmek arasındaki fark da bu noktada gizlidir. Örnek almak, davranışları bire bir taklit etmekle değil, ancak davranışlara yön veren ilkeleri dikkate almakla mümkün olabilir.

Peygamberimiz, temel değerlerin korunması konusunda çok duyarlı bir insandı. Toplumsal çöküntüye yol açan kötülüklere asla ödün vermezdi. Nitekim ondan aktarılan bir hadis-i şerifte bireyin sorumluluk alanına giren konularda inananları şöyle uyarmıştır:

Sizden biri bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa, müdahale ederek o kötülüğü gidermeye çalışsın. Buna gücü yetmiyorsa, konuşarak düzeltmeye çalışsın. Buna da gücü yetmiyorsa içinden ona karşı bir rahatsızlık duysun. Bu kadarı, imanın en alt seviyesidir.” (Buhari-Müslim)

Hz. Peygamber’le ilgili olarak Allah sıklıkla üç konuya vurgu yapmıştır:

Peygamber’e iman edin, Peygamber’e uyun (ittiba’) ve Peygamber’e itaat edin.

Peygamber’in birincil görevi, Allah’tan gelen ilahi buyrukları insanlara ulaştırmaktır. Bunlar, farzlar, haramlar ve helallerdir. Bu sınırlamaların tamamının amacı, hak ve adaleti sağlamak, bunları korumak ve sürekli kılmaktır.

Hz. Peygamber’e inanmak, işte onun getirdiği bu ilahi buyruklara inanmayı, ona uymak bu buyruklara uygun davranmayı, ona itaat ise bu buyruklar doğrultusunda onun verdiği kararlara bağlılığı ifade etmektedir. Allah Resulü, neredeyse tüm kararlarında yakın dostlarıyla istişare etmiş, uzman görüşlerine öncelik vermiş ve bunun sonucu en isabetli görüş hangisi ise ona uymuştur.

Teknik terim olarak, Allah’ın bildirdiği ilahi hükümlerin, Hz. Peygamber’in uygulamaları ile pratiğe dönüşmüş haline “sünnet” diyoruz. Bu anlamda Hz. Peygamberin sünneti, bir nevi yaşayan Kur’an’dır.

Nafile anlamında kullanılan “sünnet” ise, “ilahi hüküm” gibi görmemek koşuluyla Hz. Peygamber’in iyilikleri daha fazla özendirmek ve kötülükler konusunda daha fazla duyarlılığı artırmaya yönelik bireysel teşvikleri olarak anlaşılabilir. Sözgelimi, Allah bir şeyi emrediyorsa ki, -örneğin Allah zekatı emretmiştir-, Allah Resulü o iyiliği daha fazla artırma yoluna gitmiştir. Bu girişim kişiyi hem Allah’a hem de insanlara daha fazla yakınlaştırmıştır. Ve yine Allah bir şeyi yasaklıyorsa ki, -örneğin zulmetmek yasaklanmıştır-, Allah Resulü haksızlığın her türüne karşı duyarlılık göstermiş, daha fazla önlem almak istemiştir. Bu durum onu, hem Allah’a daha fazla yaklaştırmış, hem de insanların güvenini kazandırmıştır. Nafilelerin ölçüsü; kişinin gücü, kapasitesi ve özgür iradesiyle yakından ilgilidir. Nafileler, toplumsal zorunluluğa dönüştüğü zaman bilinmelidir ki bu hem ilahi yetkiye, hem de özgür iradeye müdahaledir.

Hz. Peygamber’in hakkaniyet anlayışına dönecek olursak;

Ona göre, dinin temeli hak ve adalet olduğundan söz etmiştim. Bir gün itibarlı bir aileden suç işleyen birinin cezalandırılmaması için Hz. Peygamber’e başvurulduğunda bu girişimden çok rahatsız olmuş ve bunun üzerine, insanlığa rehber olacak şu sözü söylemiştir: “Sizden öncekileri toplumsal çöküntüye götüren şuydu: Onlar, içlerinden şan şöhret sahibi kimseler suç işleyince cezalandırmaktan kaçınır, güçsüzler suç işleyince derhal cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki kızım Fatıma suç işlemiş olsaydı, mutlaka onun da cezalandırılmasından yana olurdum.” (Buhari-Müslim)

Dini uygulamalarda o, kolaylaştırmayı esas alırdı. Bu konuda onun verdiği mesaj son derece açıktır: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”(Buhari-Müslim) Dini zorlaştırmak, onu yaşanılabilir olmaktan uzaklaştırır.

Allah Resulü, güçsüzlere ve çaresizlere kol kanat gererdi. Kendisi öksüz ve yetim olarak büyüyen Hz. Muhammed, öksüz ve yetim gördüğünde şu veciz sözü dile getirmişti: “Müslüman evlerinin en hayırlısı, içinde yetime bakılıp iyilik edilen evdir; Müslüman evlerinin en kötüsü ise, içinde yetime kötülük edilen evdir.”(Ibn Mace)

Hz. Peygamber (a.s.), sadece Müslümanların çocuklarına değil, tüm çocuklara büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Bir gün bir çocuğun öldüğünü görmüş ve çok üzülmüştü. Bunu görenler: “O, bir gayrimüslim çocuğudur.” diyerek onu teselli etmeye çalıştılar. Allah Resulü buna karşılık: “Öyle de olsa bu çocuklar sizden daha masum ve günahsızdırlar.” cevabını vermiştir.

Evet, Allah Resulünü anlamak, dürüst olmaktan geçiyor. Çünkü o, dürüstlük abidesiydi. Onu anlamak, insan haklarına saygılı olmaktan geçiyor. Çünkü o, bir peygamber olarak her türlü ayrımcılığa karşıydı. Bir Müslüman ile Müslüman olmayan arasındaki sorunda, haksız Müslüman bile olsa asla onun tarafını tutmazdı.

Onu anlamak adil olmaktan geçiyor. Çünkü o, yalnızca dostlarına karşı değil düşmanlarına karşı da adalet ve hakkaniyetten ayrılmazdı.

Evet, onu anmak ve anlamak, gerek ülkemizde ve gerekse de Dünya’da yaşanan sorunlar karşısında duyarlı olmaktan geçmektedir. (Turgut ÇİFTÇİ)

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir