Kader Nedir, Ne Değildir?

KADER NEDİR?

Kader, Türkçe’de, halk dilinde insana dair gerek yaratılıştan gelen, gerekse de onun karakteri, davranışları ve olumlu ve olumsuz yaşadığı her şeyi ifade eden “alınyazısı” ve “yazgı” anlamında kullanılmaktadır.

Arapça bir sözcük olan “kader”, Kur’an terminolojisinde, “Ölçülü ve planlı iş yapmak, bir varlığı ölçülü, oranlı ve planlı olarak oluşturmak, meydana getirmek, yaratmak” anlamlarına gelmektedir. Türkçe’deki ‘kadar’, ‘mikdar’, ‘takdir’, ‘mukadder’, ‘kudret’, ‘kadir’, ‘muktedir’, ‘iktidar’ sözcükleri ‘kader’ sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. ‘Kadar ve miktar’ ölçüyü, ‘takdir ve mukadder’ değerlendirme ve düzenleme yapmayı, ‘kudret, kadir, muktedir ve iktidar’ da bunları yapabilecek gücü ifade etmektedir. Bilgi ve maddi güç olmadan özgün ve değerli bir varlık oluşturmak mümkün değildir.

Allah, yarattığı her varlığı ölçülü ve planlı yaratmıştır. Tüm varlıklar rastgele değil belirli ölçüler ve yasalar dahilinde yaratılmıştır. Yerçekimi yasası, suyun kaldırma kuvveti, maddenin korunumu yasası, çekim yasası, gaz basıncı yasası, sürtünme yasaları, hareket yasaları; canlıların kromozom sayıları, atmosferdeki gaz oranları, elementlerin proton sayıları ve atom ağırlıkları, güneş sistemiyle ilgili gün, ay, mevsim ve yıl süreleri gibi doğadaki sabit değerler ta yaratılıştan beri devam eden yasalardır. Bunları var etmek ve devamlılığını sağlamak, ancak bilinçli, ölçülü, planlı bir ilahi güçle mümkündür. Bunların iyilik veya kötülükle bir ilgisi yoktur. Doğanın sağlıklı işleyişi bunlara bağlıdır. Allah yeryüzünü yaratırken bu özellikleriyle yaratmıştır.

Buradan hareketle, “kader” sözcüğü, başlangıç ilkeleri/yasaları (mebde’), ‘yaratılış yasaları’, ‘varlık yasaları’, ‘fiziksel ve biyolojik yasalar’, ‘doğadaki ilahi mühendislik’, ‘varlıkların yapısal özellikleri’ olarak da ifade edilebilir. Örnek vermek gerekirse, bir buzdolabı belli ölçüler veya oranlar gözetilerek planlı yapılmıştır, üretilmiştir. Çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar, binalar, otomobiller, uçaklar, köprüler, daha pek çok aygıt ve yapılar ölçülü ve planlı ürünlerdir. Bilim, işte bu varlıkları veya yapıları, onlardaki potansiyel ölçüleri ve oranları yapısal özellikleriyle tanıma işidir. Varlıkları yaratma veya özgün bir varlık olarak inşa etmek/yapmak, aynı zamanda bir amaç gözetilerek gerçekleşir. Ölçülü ve planlı yaratma, Arapça’da kader’i, amaçlı yaratma ise fıtrat’ı ifade etmektedir.

Özgür irade sahibi insan hayatını yöneten bu aygıtlar ve yapılar değildir. Hayat, bu aygıtlar ve yapıtlarla daha kolay ve düzenli hale gelmektedir. Örneğin, buzdolabı belli bir ölçü ve plana (kadere) göre üretilmiştir. Ancak buzdolabının nasıl kullanılacağı insanlara kalmıştır. Otomobil, belli bir ölçü ve plana (kadere) göre üretilmiştir. Ancak otomobili hangi amaçla, nerede, nasıl kullanılacağı yine insanlara kalmıştır. Prospektüsünde (kullanma kılavuzunda) bilgisayarın, çamaşır makinesinin, otomobilin, uçağın, hangi yakıtı kullanacağı, kapasitesi, ömrünün hangi koşullarda kaç yıl olduğu, kullanımında nelere dikkat edilmesi gerektiğini yazar. Otomobiller, uçaklar, buzdolapları yaratılan insanı, hayvanı, bitkiyi, canlı ve cansız tüm varlıkları temsil ederler. Prospektüs, ilahi kitaplardır. Kimisi prospektüsü hiç okumayabilir, kimisi baştan savma okuyabilir, kimisi gerektikçe inceler, kimisi özenle inceler. Onu inceleyenlerden, ondaki bildirimleri kimisi ciddiye alır, kimisi almaz. Ciddiye almayanlar kendilerinde ve çevrelerinde birtakım olumsuz sinyaller almaya başlarlar. Servis yerine birtakım kişilere başvururlar, bu servis adamlarının bir kısmı Üretici’nin resmi kitabına başvurur. Kimisi hiç bakma gereği duymadan usta olduğuna inandığı kişiden gördüklerini tekrarlar, böylelikle bazı yerlerini tamir edebilir, bazı yerlerini iyice bozabilir.

Varlıklara dair teknik bilgi ‘kader’dir, varlıkları iyi veya kötü yönde kullanmak özgür irade konusudur. 

Varlıklar dünyasındaki değişmezler (sabiteler) kader, değişkenler kader değil, özgür irade kapsamında yer alır. Fiziksel ve biyolojik yasalar değişmezler (kader) iken, bu yasaları iyiye kötüye kullanmak insanın sorumluluğu dahilindedir. 

İnsanın yeme içme özelliğine sahip olmak kader, ne yiyeceğimiz kader değil, özgür irade ve sorumluluk alanıdır. Tedbir aldığımız zaman değiştirilebilir, önlenebilir konular özgür irade alanıdır. Cinsiyetimiz, insan olmamız, ölümlü olmamız, bir anne-babadan dünyaya gelmemiz, yaşlanmamız ve ölümlü olmamız önlenebilir konular değildir ve kaderdir. Ama hastalıklar, yoksulluk, başarısızlık, afetlerde veya kazalardaki ölümler, yaşadığımız sorunlar ve sıkıntılar kader değil, önlenebilir konulardır. Ölümlerdeki tıbbi ve teknik gerekçe kaderdir; ama ölüme sebebiyet vermek, insanın sorumluluğudur.

Bilgisayar üzerinden örnek verirsek, bilgisayarın donanımı (hardware) ve onu çalıştıran yazılımlar (software), donanımın bir dayanma süresinin olması ve yazılımlarla çalışması, yaratılan varlıklardaki kader yönünü andırır. Bitki, hayvan ve insanın bedenindeki biyolojik özellikler, onların yaşama limiti, yaşaması için gerekli fiziksel ve biyolojik yasalara tabi olmaları kaderdir. Donanımı kötü kullanmak, yazılımları virüsle bozmak veya yazılımları kullanarak faydalı veya zararlı işler yapmak, insanın sorumlu olduğu özgür irade alanıdır. 

Tabiatta var olan her varlık Allah tarafından ölçülü ve planlı yaratılmıştır:

“Hiç şüphesiz, biz her şeyi ölçülü bir düzenleme (kader) ile yarattık.” (54Kamer: 49) Bu ayet, yaratılışın ve yaratılan her varlığın belirli bir ölçü ve düzenlemeyle yaratıldığını ifade etmektedir. Kur’an’da, yağmurun ve rızkın da belli bir ölçü ve plana (kadere) göre düzenlendiği bildirilmiştir. (Bkz. 23Müminûn: 18; 43Zuhruf: 11; 13Ra’d: 17;  42Şura: 47). Anne karnında, bebeğin gelişiminin de belli bir ölçü ve plana (kadere) göre olduğu ifade edilmiştir. (Bkz. 77Murselat: 22)

O halde tabiatın oluşumu, oradaki besin kaynaklarının oluşumu, insanın döllenmeden itibaren anne karnındaki oluşumu, hep belli bir plan ve program (kader) dahilinde olmuştur.

 

KADER NE DEĞİLDİR?

Hal böyleyken, kader, yaratılış (oluş ve varoluş) esnasında varlığa yüklenen özellikler iken, buzdolabı örneğinde olduğu gibi adeta buzdolabını yapan irade, aynı zamanda onun içini düzenleyen irade olarak, buzdolabındaki bozulmuş yiyeceklerin, sebze ve meyvelerin sorumlusu olarak yine aynı irade görülmüştür.

Oysa her insan tarafından bilinen bir gerçek var ki hiçbir buzdolabı firması, gelip sizin buzdolabınızı doldurmaz, hiçbir çamaşır makinesi firması gelip sizin kirli çamaşırlarını yıkamaz, hiçbir otomobil firması size şoförlük yapmaz. Onlar, bu konularda olup bitenlerden sorumlu olmazlar, sorumlu tutulamazlar. Yapılan ve üretilen ürünlerin hangi koşullarda daha sağlıklı ve verimli kullanılacağına dair önerilerde bulunabilirler. Ancak hiçbir yapım firması, yaptığı ve sattığı dairelerde ne işlerin yapılacağına karışmaz.

O yüzden, Kur’an’ı dinin merkezine alan şair Mehmet Akif Ersoy:

“Kadermiş” öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru;
Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
“Çalış” dedikçe din, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini;
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Huda işlerin vekili değil mi? Keyfine bak!

Onun hazine-i in’ami kendi veznendir!
Havale et ne kadara masrafın olursa… Verir!

Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen o;
Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen o!
Çekip kumandası altına ordu ordu melek,
Senin hesabına küffari hak-sar edecek!

Başın sıkıldı mı, kafi senin o nazlı sesin:
“Yetiş” de, kendisi gelsin, ya hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki : her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o:
Çoluk çocuk ona ait: lalan, bacın, dadın o;
Vekil-i harcın o; kahyan, müdür-i veznen o;
Alış seninse de, mesul olan verişten o;

Denizde cenk olacakmış…. Gemin o, kaptanın o;
Ya ordu lazım imiş… Askerin, kumandanın o;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı o;
Tabib-i aile, eczacı… Hepsi hasılı o.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu hüda;
Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cür’ete, ha?!...

(Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Vâiz Kürsüsünde)

(SÖZLÜK: Mevla: Her şeyin sahibi Allah; Maskara: Alay konusu; Ecir-i hâsın: Hizmetli, ücretli işçi; Tekmil etmek: Tamamlamak; Hüda: Allah, Tanrı; Hazine-i İn’am: Nimetler hazinesi; Küffâr: Kafirler; Hak-sar etmek: Yerle bir etmek; Lala: Bakıcı; Vekil-i harc: Mali işlerden sorumlu; Müdür-i vezne: Hesap işlerinden sorumlu; Mesul: Sorumlu; Cenk: Savaş; Muhassıl: Toplayıcı; Tabib-i aile: Aile hekimi; Hasıl: Toplayıcı; Mütevekkil: Tevekkül eden; Cür’et: Cesaret)

Allah insanın daha sağlıklı, barış, huzur ve mutluluk dolu bir dünyada yaşaması için birtakım önerilerde bulunmuştur. Bunlara dair genel ilkeler belirlemiştir. Ancak şu kişi şunları, bu kişi bunları yapacak diye onun geleceğini önceden belirlememiştir. Öyle olsa insanın sorumluluğundan söz edilemez. O yüzden insanın bireysel seçimleri, insan ilişkileri, yedikleri, içtikleri, giydikleri, çalışarak kazandıkları, tembellik, sorumsuzluk veya akılsızlık ederek kaybettikleri ‘kader’ kapsamına girmemektedir.

İnsanın sorumlu tutulacağı eylemleri, o yaptıktan sonra kayda geçirilmektedir. Kur’an-ı Kerim‘deki örnekler bu konuya çok açık işaret etmektedir:

“…Onların söylediklerini yazacağız…”(3Al-i İmran: 181 19Meryem: 79)

İnanmış olarak yararlı iş işleyenin emeği inkâr edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu yazmaktayız.” (21Enbiya: 94)

Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız”(36Yasin: 12)

Yoksa onlar, kendi sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadır.” (43Zuhruf: 80)

Demek ki insanın sözleri ve davranışları önceden kayda geçirilmemiştir. Eğer kayda geçirilmiş olsaydı, ayetlerde, “Yazacağız veya yazmaktayız yerine yazdık veya yazmıştık” gibi geçmiş zaman kipine ait bildirimler kullanılırdı. Kur’an’da çelişki olmadığına (Bkz. 4Nisa: 82) göre ve bu ilkeye inananlarca bu ayetlere aykırı ayet aramak abesle iştiğaldir.

Ortadoğu coğrafyasının yaşadığı sorunların, geri kalmışlığının, tembelliğinin, boş vermişliğinin arka planında bilinçli veya bilinçsiz olarak beyinlere kazınan kaderci bakış açısı olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Toplumu kaderci anlayışa sürükleyen yalnızca insanların boş vermişliği ya da kendine bahane araması değildir. Esasında bu gerçeğin toplumun belleklere kazınmış güçlü dayanakları vardır. Müslüman toplumun, özellikle Dört Halife Dönemi’nden sonra adım adım, belki planlı bir şekilde ahlaki değerleri yozlaştırılmıştır. Emevilerden bu yana halk, kader konusunda İslam’ın onay vermeyeceği bir anlayışa sürüklenmiş ve bu anlayış halkta önemli ölçüde yer etmiş, bunu savunan çevrelerin görüşlerinde de kayda değer bir değişiklik olmamıştır. Bu anlayışın, bazı olumsuzlukları meşrulaştırmak isteyen kişilerce kader konusunda kurgulanmış bazı rivayetleri kaynak olarak kullandığı ortaya çıkmaktadır.

 

KADERCİ ANLAYIŞIN OLUŞMASINDA SAHİH OLMAYAN BAZI RİVAYETLERİN ETKİSİ

  • Aşağıdaki sözde hadise (Peygamber sözüne(!)) göre, Allah Elçisi Hz. Muhammed’e güya Kur’an-ı Kerim’in dışında da kitap verildiğinden söz edilmiştir. Buna göre, Hz Muhammed’e Kur’an dışında Kur’an’dan daha hacimli  iki kitap daha verilmiştir. Orada Cennetliklerin ve Cehennemliklerin adları tek tek yazılıdır, kişi ne iş yaparsa yapsın her şey önceden belirlendiği için sonucu değiştirmesi olası değildir. Bunlar, önemli iddialardır ve bu sözlerin sıhhatini (doğru olup olmadığını) sorgulamak durumundayız.

Hz. Peygamber’e verildiği iddia edilen bu kitaplar, Kur’an’dan çok daha fazla hacimlidirler. Bu rivayetlerle Allah Elçisi ve onun seçkin dostları (sahabe) kullanılarak bilerek veya bilmeyerek Allah hakkında yalan ve yanlış bilgiler sunulmuştur:

4831 İbnu Amr İbni’l-As anlatıyor: “Resulullah, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve: “Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?” buyurdular. Cevaben: “Hayır, ey Allah’ın Resulü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!” dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:

Bu alemlerinden rabbinden (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimleri de mevcuttur. Bu isimler en sonuncuya varıncaya kadar belirlenmiştir, sayıları ne artar ne eksilir. Hiç değişmeden ebedî olarak sabit kalır” buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:

Bu da alemlerinden rabbinden (gelmiş) bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. Bu isimler en sonuncuya varıncaya kadar belirlenmiştir, sayıları ne artar ne eksilir!” buyurdular. Ashabı sordu: “Öyleyse ey Allah’ın Resulü, niye amel ediliyor(uz)? Mademki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden artık kesin hükmü verilmiş, iş bitirilmiştir (bir daha yapma gayreti de niye)?”

Resulullah şu cevabı verdi: “Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun. Zîra, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!”

Resulullah, sonra elindeki kitapları bırakıp, elleriyle işaret ederek dedi ki: “Rabbiniz kullardan artık kesin hükmü verip işi bitirmiştir, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da cehennemliktir.” [Tirmizî, Kader 8, (2142). (İbn Mâce, Mukaddime: 10-Hasen garip hadis) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/544-546

Hz. Muhammed’e kadar gelip geçmiş tüm insanların kütüklerini tutacak bir kapasitedeki kitabın o günlerdeki hacminin büyüklüğü bir tarafa, ne ilginçtir ki bu kitapları rivayet sahiplerinden başka gören olmamıştır! Neden bu kitaplar yüzlerce sahabiden yalnızca bir veya birkaç kişiye gösterilmiştir, diğerleri neden bu kitapları görmemiştir? Hatta Hz. Peygamber’le çok yakın dost olan sahabiler bunları neden görmemişlerdir? Kabul etmeliyiz ki o günkü yazım imkanları (papirüs, parşömen vd.), en fazla Kur’an’ın yazımına harcanmış olmalıdır. O gün yazılı Kur’an metinlerinin ne denli büyük bir hacme sahip oldukları bilindiğine göre yeryüzündeki gelmiş geçmiş tüm insanların kayıt kütüklerinin bir elde taşınıp taşınamayacağı ayrıca tartışma konusu olmalıdır. İşte bir sayfalık bir Kur’an metninin yazıldığı sayfa ve hacmiyle ilgili örnekler:  http://www.youtube.com/watch?v=2xoea2l67Ms

  • Bir başka rivayete göre ise kişinin rızkı, yapacağı işler, iyi veya kötü insan mı olacağı daha anne karnında iken kendisine can verilmeden yazılmıştır. Hatta tam Cennet’e gidecek bir konumda iken, alınyazısı nedeniyle Cehennem’e gitmeye uygun bir iş yaptırılarak Cehennem’e gönderileceği bildirilir. Yine tam Cehennem’e gidecek bir konumda olan bir kişi alınyazısı nedeniyle Cennet’e uygun bir iş yaptırılarak Cennet’e gönderileceği bildirilmiştir:

4834 İbnu Mes’ud anlatıyor: “Sadık ve Masduk olan Resulullah buyurdular ki:

“Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar müddette “alaka” olur. Sonra bu kadar müddette “mudga” olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki(mutsuz kötü) veya said(mutlu iyi) olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilah olmayan Zat’a yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir zira’lık(parmak ucundan dirseğe kadar olan mesafe. Yaklaşık 75 veya 90 cm) mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir zira’lık mesafe kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer.” [Buharî, Kader 1, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1, (2643); Ebu Davud, Sünnet 17, (4708); Tirmizî, Kader 4, (2138).] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/550.

4838- Ebu Hureyre anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle hitam(son) bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle hitam(son) bulur.” [Müslim, Kader 11, (2651).]

Ayrıca konuyla ilgili daha fazla hadis için bkz. Hadis No: 613, 4832, 4833, 4835, 4836, 4842, 4843. Bu hadislere göre, “Cennetlikler ve Cehennemlikler” önceden belirlenmiştir. [613-Muvatta, Kader: 2, (2, 898, 899); Tirmizî(hasen hadis), Tefsir, A’raf: (3077); Ebu Dâvud, Sünnet: 17, (4703).] [4832-Buharî, Tefsir, Leyl, Cenaiz 83, Edeb 120, Kader 4, Tevhid 54; Müslim, Kader 6, (2647); Ebu Davud, Sünnet 17, (4694); Tirmizî, Kader 3, (2137) Tefsir, Leyl, ( 3341)] [Müslim, Kader 78, (2648).] [Müslim, Kader 3, (2645).] [4842-Müslim, Kader 30, (2662); Nesaî, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18, (4713).] [4843-Buhârî, Kader 3, Cenaiz 93; Müslim, Kader 28, (2660); Ebu Davud, Sünnet 18, (4711); Nesâî, Cenaiz 60, (4, 59).] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/546-547.

Kur’an’da bildirilen gerçeklerle uyumlu olmayan ve hatta aykırı olan bu bildirimler, Allah Resulü’ne nispet edilemez, edilmemesi gerekir. Zaten onu Allah Resulü yapan şey, kendisine gelen vahye uymasıydı. Vahye aykırı davransaydı, elçilik görevi sona ererdi. (Bkz. 69Hakka: 44-46)

  • Zamanla yozlaşmış kader anlayışının bir başka sonucu; yaşanan haksızlıklara ve olumsuzluklara rıza  göstermek, bazı çevrelerde Allah’ın hükümlerine rıza olarak kabul görmüş, yapılacak her türlü işin doğru(hayırlı) olup olmadığının rüyalar (istihare) yoluyla test edilebileceği iddia edilmiştir. Oysa bir işin doğruluğunun ölçüsü, öncelikle hak ve adalete, vahye uygunluğunu denetlemek olmalı ve sonra sorumlu davranmak olmalıdır:

4840-Sa’d İbnu Ebi Vakkas anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Ademoğlunun saadet (mutluluk) (sebepleri)nden biri de Allah’ın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekavet (kötülük) (sebepleri)nden biri de Allah Teala’ya istihareyi (bir işin hayırlı olup olmayacağını rüya yoluyla öğrenmek) terk etmesidir.” [Tirmizî, Kader 15, (2152).]

  • Yetmemiş ‘kader’ konusunu konuşmak veya kaderin, vahiyle bildirilen gerçek anlamını öğrenmek -yine Allah Elçisi’nin ve seçkin dostlarının adları kullanılmak suretiyle rivayetler yoluyla-, ya kınanmış veya dindışı olarak görülmüştür. Böylece kader konusunu irdelemenin ve doğru anlamanın önü tıkanmıştır:

1160- Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: “Biz kader hususunda münakaşa ederken Resûlullah çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki  nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı:

Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden öncekileri, dinî meselelerdeki münakaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilâfları helâk etmiştir.” Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: “Kader hususunda münakaşa etmemeniz için yemin verdim.” [Tirmizî, Kader 1, (2134); İbnu Mâce, Mukaddime 10, (85).]

85-6003- “Bir gün Resulullah, bir grup ashabının yanına aniden çıkageldi. Onlar kader üzerine tartışıyorlardı. Münakaşanın mahiyetini öğrenince öylesine öfkelendi ki sanki yüzünde bir nar tanesi patlamıştı, kıpkırmızı oldu. Şunları söyledi:”(Kader üzerine bu çeşit) münakaşa yapmakla mı emrolundunuz  -veya bunun için mi yaratıldınız?-Kur’an’ın  bir kısım ayetlerini diğer bir kısım ayetleriyle karşılaştırıp duruyorsunuzİşte sizden önceki ümmetler bu çeşit davranışları sebebiyle helak oldular.”

84-6002- Ebu Müleyke’den oğlu Abdullah’ın rivayet ettiğine göre, “O, Hz. Aişe’nin yanına girip, ona kaderle ilgili bir şeyler söylemiş o da kendisine şöyle cevapta bulunmuştur: “Kim kader konusunda herhangi bir meseleyi konuşacak olsa, ahiret günü kaderden hesaba çekilir. Kim de bu mevzuda bir şey konuşmazsa, ahirette kaderden hesaba çekilmez.”

  • Yaşadığımız sorunları ve olumsuzlukları “kader”e, bir başka ifadeyle Allah’a yüklemenin İslam’daki “kader” anlayışına uygun olamayacağını söylemek, yani “kader”in gerçek anlamını dile getirmek “kader”i red olarak tanıtılmıştır. Bu konuda vahiyle bildirilen hakikatleri dile getirenler, daha Hz. Peygamber döneminde adı sanı belli olmayan birtakım mezhep adları(!) verilerek “deccal(en büyük İslam düşmanı)” olarak takdim edilmişlerdir:

4846Huzeyfe anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal’e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4692).]

4847-Kaderiye fırkası, bu ümmetin Mecusileridir. Eğer hastalanırlarsa ziyaret etmeyin, ölürlerse cenazelerine katılmayın.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4691).]

4849- İbnu Abbas anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslam’dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiye.” [Tirmizî, Kader 13, (2150).]

Ayrıca bu konuda daha fazla bilgi için bkz. [4850-Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizî, Kader 7, (2153, 2154).] [4936-Buhârî, Cihad 182, Megâzî 38, Kader 5; Müslim, İman 173, (111).]

(Bkz. Yavuz Köktaş, Kaderiyye ve Mürcie İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi, Hadis Tetkikleri Dergisi, c.1, s.2, 2003)

Bu rivayetler, söz konusu mezhep yaftalamalarının ortaya çıkmasından sonra kurgulandığı pek çok ilmi ve akademik çalışmalarda ortaya konmuştur. (Bkz. Hasan El- Basri’nin Kader Risalesi ve Şerhi, Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık; Dua-Kader İlişkisi, Fatma Albayrak (Doktora Tezi), Danışman Prof. Ahmet Akbulut; Kaza ve Kader’le İlgili Hadislerin İncelenmesi, İbrahim Civelek, Çukurova Üniv.; Prof Musa Bağcı, Kader İnancının Hadis Uydurmadaki Rolü, Dicle Üniv; )

İşin ilginç tarafı, her şeyi kadere bağlayarak kaderciliği savunan anlayışın “kaderiyye (kaderciler)” olarak adlandırılması gerekirken kaderciliğe karşı çıkanlar “kaderiyye (kaderciler)” olarak yaftalanmışlardır.

  • Baskıcı-despot rejimler yolsuzlukları, haksızlıkları, yoksulluğu, sefaleti ve zulmü “kader”in bir sonucu olarak gösterip halkı dinle kandırma yoluna gitmişlerdir. Kader konusunda vahiyde bildirilen hakikatleri ortaya çıkaran, özgür iradeyi savunan bilginlerden Ma’bed el-Cühenî(Ma’bed b. Abdillâh b. Ukeym el-Cühenî-ö. 83/702), Mervan’ın oğlu Abdulmelik yönetiminin isteğiyle idamla, Gaylân ed-Dımaşkî ise (Gaylân b. Müslim ed-Dımaşkî en-Nabatî el-Kıbtî-ö.120/738) Abdulmelik’in oğlu Hişam yönetiminin isteğiyle önce dili, sonra başı kesilip işkencelerle öldürülerek hakkı savunmanın bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir. Kader konusu öylesine önemli bir konu olmalıdır ki Emevi Devleti, kendi ürettiği yaşanan olumsuzlukların ve kötülüklerin ‘kader’ olduğu anlayışını halka dayatmış, karşı çıkanları en şiddetli biçimde cezalandırmıştır. Üstelik Ma’bed ve Gaylan, o dönemin yöneticileri tarafından önemli görevlere getirilmiş tanınmış simalardır. Ma’bed, sahabi Ebu Zer’in ve tabiinden Hasan Basri’nin, Gaylan ise Ma’bed’in görüşlerinden etkilenmiştir.

Diğer taraftan olaya Kur’an perspektifinden baktığımızda insanın yaşadığı olumsuzlukları ve ürettiği kötülükleri ‘kader’e veya Allah’a yüklemek, büyük bir cehalet, ahlaksızlık ve Allah’a iftiradır:

“Allah’tan başka şeylere ilahlık yakıştırmaya (şirke) şartlanmış olanlar, “Eğer Allah dileseydi O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmazdık; atalarımız da (öyle yapmazdı); ve (Onun izin verdiği) hiçbir şeyi de haram kılmazdık” derler. Onlardan öce yaşamış olanlar da böyle yaparak hakikati yalanladılar, ta ki azabımızı tadıncaya kadar! De ki: “Bize sunabileceğiniz (kesin) herhangi bir bilgiye sahip misiniz? Siz sadece (başka insanların) zanlarına uyuyorsunuz ve kendiniz tahminde bulunmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz.” (6En’am: 148; Ayrıca bkz. 16Nahl: 35)

Yoksulluğu bir kader olarak görenler, “eğer yoksullar iyi insanlar olsalardı aç kalmazlardı, Allah onları doyururdu” diyerek ahlaksız kaderci tavırlarını korudukları vahiyle bildirilmektedir:

“Onlara: “Size Allah’ın rızık olarak verdiklerinden infak edin” denildiği zaman, o inkâr edenler iman edenlere dediler ki: “Allah’ın, eğer dilemiş olsaydı doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz.” (36Yasin: 47)

Hadislerin yeniden gözden geçirilmesi çalışmaları, vahye uygun olanla vahiyle bağdaşmayanların ayıklanması sağlıklı din algısı açısından önemli olmalıdır. Sağlıklı din algısı için rivayet merkezli dini anlayıştan vahiy merkezli dini anlayışa geçiş her insanın birincil önceliği olmalıdır. Böyle durumda Hz. Peygamber’e ait olanla, onun adına uydurulanlar ayırt edilecektir. Aksi takdirde, hayatımızı hurafeler, batıl inançlar ve bilimdışı safsatalar kuşatacak; sosyal hayatta, sağlıkta, ekonomide, teknolojide karanlıklar içinde yaşamaktan kurtulamayacağız.

 

ALLAH’IN ADALETİ VE İNSANIN SORUMLULUĞU

Allah; sahip olduğu nitelikleriyle dürüst, güvenilir, ahlaklı ve adaletlidir. İnsanların ne iş yapacaklarını, neye inanacaklarını ve nelere inanmayacaklarını önceden belirleyip bunun zorunlu sonuçlarına göre Allah’ın onlara yaptırım uygulayacağını iddia etmek, Allah’ı doğru tanımamaktan kaynaklanıyor olmalıdır. Biliriz ki ahlaklı ve adaletli olan bir insan bile, hayatı boyunca dürüstçe yaşayan birinin son dakikada yapacağı hataya bağlı olarak onu en kötü cezaya çarptırmaz. Ve yine biliriz ki ahlaklı ve adaletli olan bir insan bile, hayatı boyunca kötülük yapmış ve zarar vermiş birinin son dakikada yaptığı basit bir iyiliğe bağlı olarak ona, en büyük ödülü vermez. Tam dürüst, tam ahlaklı ve tam adaletli olan Allah ise bunu asla ve katiyetle yapmaz. Allah’ın, kişinin tüm hayatı boyunca egemen olan tutumuna göre değil de son dakikadaki bir davranış değişikliğine göre hareket edeceğini iddia etmek, O’nu yanlış tanımaktan kaynaklanıyor ve O’na büyük bir haksızlık olmalıdır.

Böyle bir tutum, aynı zamanda değerleri değersizleştirir. Böyle bir din anlayışında dürüst olmanın, çalışmanın, emeğin, hak ve hukukun bir anlamı kalmaz.

Yalnızca 2008 yılında Dünya nüfusunun 6,5 milyardan fazla olduğu tahmin edilmektedir. İlk insandan Kıyamete kadar tüm insanların nüfusu katrilyonu geçebilir. Bu kadar kalabalık insan bilgisi, nasıl olur da 610-632 yıllarındaki koşullarda Hz. Peygamber’in bir elinde tutabilecek bir kitaba sığar?

Kader adı altında “tüm yapıp ettiklerinin” önceden belirlenmişliğine inanan biri; çalışmanın, üretmenin ve paylaşmanın gereğine derinlemesine (yürekten) inanmaz. Yürekten inanılmayan bir işin mücadelesi verilmez. Mücadelesi verilmeyen bir iş başarıya ulaşmaz.

Kader adı altında “tüm yapıp ettiklerinin” önceden belirlenmişliğine inanan biri; hastalığı, başarısızlığı, yenilgiyi, onursuzluğu, ezilmişliği, sefaleti, yoksulluğu, felaketleri, çocuk ölümlerini, haksızlıkları, yolsuzlukları, sömürüyü, istismarı “kader” olarak görür. Yaşadığı sorunların sorumluluğunu üstlenmez. Sorumluluğu; fal, büyü, kader, nazar, şans/sızlık, uğur/suzluk gibi bu olumsuzlukları yeterince karşılamayacak birtakım hayali dış etkenlere yükler. Bu tutumuyla ya Allah’ı suçlar veya karanlığa, bilinmeze, boşluğa taş atar. Yaşadığı sorunların sorumluluğunu almayan bir kişi ne denli rüştünü ispat etmiştir? Rüştünü ispat etmeyen kişinin özgürlük algısı ne olabilir? Özgür olmayan kişinin özgüveni olabilir mi? Özgüveni olmayan birine ne kendisi ne de başkaları güvenir. Kişiliksiz ve onursuz yaşar. Başkalarına öykünür, onları taklit eder.

Din adına peygambere iftira atan, Allah’ı suçlayan, sorumluluğu Allah’a yükleyen edilgen kafa, Allah konusunda bilinçli olamaz.

Oysa vahiy kitabı Kur’an’da “kader” sözcüğü hiçbir olumsuzlamaya yer verilmeden, “kader”in varlıkların yaratılıştan sahip oldukları yapısal özellikleri olduğu bildirilmiştir. Onların yapılarına yüklenmiş insanın insan, hayvanın hayvan, bitkinin bitki, eşyanın eşya olma özellikleridir. Daha başlangıçta onun tabiatına yüklenen yaratılış özellikleridir. Bu sayede insan insan gibi, hayvan hayvan gibi davranacaktır. Kendi doğasının dışına çıkmayacaktır. Daha başlangıçta belirlenen genlerimiz bunun bir örneğidir. Varlıkların donanımlarına (fiziksel ve biyolojik özelliklerine) ait yazılımlardır. Ancak onların bu programları ne amaçla, nerede, ne zaman, nasıl kullanacaklarına kendileri karar vereceklerdir ki buna özgür irade diyoruz.

İnsanın sorumlu olduğu alan ve konular önceden belirlenmiş değildir. Kişi bu konularda birtakım işler yaptıkça kayda geçirilmektedir. Eğer her şey önceden yazılmış olsaydı kayıt melekleri acaba tekrar neyi kayda geçireceklerdi? Sorumlu olmadığımız alan ve konulardan zaten sorumlu değiliz; dünyada ve ahirette bu konulardan sorguya çekilmeyeceğiz. Bunlar varlıkların değişmezleridir. Söz gelimi insan olmak bizim tercihimiz değildir, o halde bizim kaderimizdir. Cinsiyetimiz, ırkımız, rengimiz, genetik özelliklerimiz, doğum yeri ve zamanı, akrabalarımız bizim tercihimiz değildir, o halde bizim kaderimizdir. Yeme, içme, solunum ve ölümlü olmak gibi biyolojik özelliklerimiz bizim tercihimiz değildir, o halde kaderimizdir. Bizlere tercih etme hakkının verilmiş olması, yine kader kapsamına girmektedir. Sorumlu olmadığımız bu alanlarda kimse bize ne Dünya’da, ne de Ahiret’te, “Sen neden insan oldun, neden öldün, ne de erkek veya kadın oldun, neden Türk idin, neden Arap değildin, neden şu ülkede doğdun, bu ülkede doğmadın?” gibi sorular sormaz, sormayacak.

ANCAK neyi yiyip içeceğimize biz karar verdiğimize göre, yiyecek ve içecek tercihlerimiz çevremizdekiler tarafından sorgulanabilir ve Allah da sorgular, çünkü tercihli alan, kader değildir. Kişi istediğini yer veya yemez, sonuçlarına kendisi katlanır. Örneğin, hasta olduysak doktor veya yakınlarımız, neyi yiyip içtiğimizi, gıda zehirlenmesi olup olmadığını sorgular. Eğer çalmışsak, yargı bize hırsız muamelesi yapar ve buna uygun yaptırımları uygular. Allah, neden verilen nimetleri doğru kullanmadığımızı, kendimize veya çevremize neden zarar verdiğimizi sorgular ve bunun bedelini ödetir. İnsan ilişkileri, ürettiklerimiz, tükettiklerimiz, alım satıma konu olan her şey yine tercihli alana girer ve bunlardan sorumluyuz. Bu alanları “kader” olarak nitelemek, bunların daha önceden belirlendiğini, biz ne yaparsak yapalım bir değişiklik yapamayacağımızı iddia etmek anlamına gelir.

Yaşanan olumsuzlukları ve kötülükleri “kader” olarak nitelemek, yapılan yanlışı hem Allah’a yüklemek, hem de kötülükleri (haramı) meşru (helal) görmek gibi ciddi sorunlara yol açar.

Görüldüğü gibi kader konusunu konuşmak kişiyi yoldan çıkarmıyor, tam tersine bu konunun üstünü örtmek yolsuzlukları normalleştiriyor. Başarısızlıklar, hastalıklar, sakatlıklar, yıkımlar, afetler, yangınlar, savaşlar, kazalar, daha başka yaşadığımız pek çok olumsuzluk ve kötülükler, ya insan hatasından kaynaklanmakta ya da insanların önlem alması durumunda birtakım üzücü sonuçlarla karşılaşmayacağımız vakalardır.

İnsan dışında bir de doğaya ait kader vardır. Doğadaki kader ise doğayı doğru tanımakla mümkündür. Onu doğru tanımadıkça ondan doğru yararlanamayız. İşte bilimsel çalışmalar doğayı doğru tanıma çalışmalarıdır. Astronomi, fizik, kimya, biyoloji derslerinde yaratılış yasalarını (kader) keşfetmeye çalışıyoruz. Kader konusunu bir giz konusu haline getirenler, bilerek veya bilmeyerek sosyal hayattaki yolsuzlukları örtbas etmeye, çalışmayı ve üretmeyi anlamsız ve değersiz görmeye, doğa konusunda bilimsel çalışmaları küçümsemeye, hiçe saymaya, görmezden gelmeye veya önemsizleştirmeye alet olmaktadırlar.

Kader konusunda bilinçli olan kişi; yaptığı işlerin sorumluluğunu alır, haksızlıkları ve yolsuzlukları örtbas etmez, her konuda en uygun tedbiri alır, sorumlu davranır, sosyal hayatta Kur’anî ilkelerin önemine inanır. O, bilimsel çalışmaların angarya bir iş olmadığının farkındadır. Tabiat konusundaki ilahi yazılımın, doğru bilimsel çabalarla ortaya çıkacağını da bilir. Ortaya çıkacak bilimsel bulguların insanların hayatını kolaylaştıracağı da tecrübeleriyle sabittir. Yine o, yeryüzünde hak ve adaletin, ahlaki erdemlerin (ilahi buyrukların) egemen olmasının, doğadaki yasaları doğru bilmekten ve kullanmaktan geçtiğine inanır. (Temmuz-2008 Turgut ÇİFTÇİ)

You may also like...

3 Responses

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir