İlk Yasaklar/Günahlar – İnsani ve Ahlaki Standartlar

İLK YASAKLAR/GÜNAHLAR – İNSANİ VE AHLAKİ STANDARTLAR

(Aşağıdaki yazı, “Zina, neden günahtır?” sorusuna cevap vermek amacıyla yazılmıştır.)

İslam; aklı kullanmayı emreder; toplumsal vicdanın (maşeri vicdan) ortaya koyduğu ve toplumun tüm kesimleri tarafından kabul edilen ortak değerleri destekler ki bu değerlerin çoğu, vahiyle dini bir nitelik kazanmıştır. Nitekim Kur’an’da emredilen ya da yasaklanan çoğu hüküm, bazı insanlar tarafından pratik hayatta uygulanmıyor olsa bile, toplumun tüm kesimleri tarafından doğru bulunur, doğruluğu onaylanır.

Bu durum,  içerisinde yoğun biçimde “temel haklar ve özgürlükler” vurgusu yapılan, her türlü ayrımcılığın yasaklandığı BM’in İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne[1] benzer. Ki üye ülkelerin çoğunluğu tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilmiş olmasına rağmen, bu ülkelerde zaman zaman ona aykırı uygulamalar içine girildiği bilinmektedir.

Psikiyatr Prof. Erol Göka, bir makalesinde şu görüşlere yer veriyor:

“Psikanalize göre kültür, hayvanların yapamadığı, yalnızca insana özgü olan her şeyin toplamıdır. Kültür aynı zamanda, insanların aralarındaki ilişkileri, özellikle de ürettikleri malların aralarında dağılımını düzenlemek için gerekli tüm örgütleri de içerir.

İnsan olabilmek, bir kültür kurabilmek içinse insanın, insan-öncesi halindeki üç dürtüsel arzunun bastırılmasının becerilebilmesi gerekir. Yasaklar koyarak bastırılması gereken bu üç dürtüsel arzu, cinayet, yamyamlık ve (aile içi cinsel ilişki yasağı) ‘ensest’ tir. İnsanlaşmamız, bir toplum halinde yaşayabilmemiz, bir kültür oluşturabilmemiz için bu üç dürtüsel alanı düzenlememiz, yasaklar, kurallar koymamız gereklidir. Bu nedenle her kültür, öncelikle bir yasaklar bütünüdür.

Freud, kültür oluşturabilmek için gerekli olan yasaklardan daha ziyade aile içi cinsel ilişki yasağıyla ilgilenmiş, teorisinde bu noktayı esas alınıştır. Oysa insan, kardeşini öldürmeme ve etini yememe kuralları, bir kültür oluşumu için cinsel düzenlemeden daha önce konulması gereken ve en az cinsel düzenleme kadar önemli olan yasaklardır.

Kültürün oluşumu için yalnızca yasaklamalar yetmez; zira kültür, yalnızca sürekliliğini koruması için gerekli yasakların içselleştirilmesiyle işlemez. Her topluluk bir kültür oluşturabilmek için dürtü denetiminin, yasaklamaların yanı sıra ortak idealler ve yaratılar meydana getirmek, bunların paylaşılabildiği bir toplumsal ortama sahip olmak zorundadır.”[2]

Bu bilgiler de gösteriyor ki doğal ve doğru bir karar olarak ‘cana kıymak’, toplumsal vicdan tarafından da yasaklanmıştır. Çünkü insanın en temel hakkı olan yaşam hakkı elinden alınamaz. Habil ve Kabil olayını hatırlarsak, cana kıymanın ilk yasak olmasını pekâlâ anlayabiliriz. Birbirimizi öldürmeyeceğiz; aynı zamanda birbirimizin etini de yemeyeceğiz. Eğer öldükten sonra birbirimizi yemeye kalkarsak, her acıkan kişi, bir diğerini gözüne kestirebilir ve bunun önü alınamaz. Dolayısıyla ikinci yasağımız da kendiliğinden ortaya çıkmıştır: Yamyamlık

İnsanların birbirine zarar vermeye, hatta canına kıymaya neden olan etkenlerin başında, besin ve eş paylaşmama arzusu gelmektedir. Homo Sapiens evresine geçiş sürecinde ve diğer canlılar arasında bu kavgayı görmek mümkündür. Aynı aile/klan veya kabile içinde yaşayan insanların, birbirlerine zarar vermeden beslenmeleri ve cinsel ihtiyaçlarını karşılamaları için birtakım sınırlama veya sınırlandırmaların olması kaçınılmaz hale gelmiştir. O yüzden, oldukça doğal ve doğru bir sonuç olarak, “Cana kıymayacaksın; kardeşini öldürmeyecek, kardeşinin etini yemeyeceksin” sınırlaması ortaya çıkmıştır.

Ünlü Psikanalist Freud (1856-1939), “Totem ve Tabu” adlı kitabında, “Öldürme!” yasağının, ilkeller arasında da yer aldığı bilgisine yer vermektedir: “Demek ki, çiğnenmesi kesinlikle cezayla karşılanan “Öldürmeyeceksin!” buyruğu insanlara Tanrı elinden yasa gelmeden önce bile bu ilkeller arasında varmış.”[3]

“Avustralya yerlileri en yakın komşuları olan Melanezyalılar, Polinezyalılar ve Malayalıların yakın akraba arasında cinsel ilişkide bulunmak yani “ensest” yapmaktan kaçınmak konusunda bunların en titiz özeni ve en büyük şiddeti göstermeyi görev saydıklarını öğreniyoruz…

Totem her şeyden önce klanın atasıdır. İkincisi, klanın koruyucu ruhu ya da gözetenidir, klan halkına güç zamanlarda yol gösterir, çocuklarını daima tanır ve korur. Bunun için, totemdaşlar totemlerini öldürmemek ya da ona zarar vermemek, onun etini yememek ya da ondan herhangi bir biçimde yararlanmamak konusunda kutsal bir borç altındadır. Bu yasağın herhangi bir biçimde çiğnenmesi otomatik olarak cezalandırılır.” [4]

Tıpkı öldürmeme ve yamyamlık yapmama gibi, yine doğal ve doğru bir karar olarak, aile içindeki biriyle cinsel ilişki kurmama sınırlaması oluşmuştur. Bunun bir gereği olarak, insan, kendi annesiyle, kızıyla, kız kardeşiyle, kardeşlerinin çocuklarıyla, torunuyla, teyzesiyle, halasıyla, anneannesiyle, babaannesiyle böyle bir yola gitmeyecektir.

“Totem ekzogamisi, yani klana bağlı olan bireyler arasındaki cinsel birleşmenin yasak edilmesi, topluluk  “ensest”inin önüne geçmek için en iyi çare olarak görünüyor…

 Evlenme sisteminin sınıflara ayrılması yöntemi, daha sonraki gelişiminde doğal ve topluluk-içi  “ensest”i yasaklamakla sınırlı kalmamış, erkek ve kız kardeşler arasında daima varolagelen yasaklamayı kardeş çocuklarına dek genişleten ve kardeş çocukları için de manevi akrabalık dereceleri icat etmiştir.”[5]

İlk iki yasağın (öldürmeme ve yamyamlık yapmama) çiğnenmesi durumunda, bu suçların neden olduğu sonuçlar dikkate alınarak, onlara karşılık ölüm cezası gibi çok ağır bir ceza gelişmiş olmalıdır. Ensest ilişkide de benzer ceza, söz konusudur. Çünkü böyle bir uygulama beraberinde kavgayı, kan dökmeyi ve ölümleri getirmektedir. Görüldüğü gibi bu üç suç/günah, uygulandığı zaman, insan hayatına mal olmaktadır. İnsanın farkına vardığı bu üç çirkin eylem, Allah tarafından da haram kılınmıştır.

Allah, dinini (değerler sistemini), insanların, kula kulluk etmeden hak ve adaleti sağlamaları, sorumlu ve merhametli davranmaları için göndermiştir. Çünkü bu ilkesel değerler işlemediği, devreye sokulmadığı zaman; zayıflar (kadınlar, çocuklar, yaşlılar, fakirler, hastalar..) mazlum ve mağdur olmaktadırlar. Nasıl ki zaman içinde, yaşam hakkı gibi temel haklar konusunda bir standart; beslenmek için gıda kodeksi ortaya çıkmış, oluşmuşsa, cinsel yaşam için de toplumsal konsensüs denebilecek bir standart oluşmuştur.

Temel haklar ve özgürlükler için insani standartların (bazı sınırlamalar: yasaklar) olması zorunluydu. Yalnızca “Cana kıymayın” yasağı yeterli değildi. Aynı zamanda insanın zarar göreceği, onun gelişimini engelleyici tüm haksız ve saldırgan tutumlar da yasaklanmalıydı. Kişinin dokunulmazlığı, eğitim hakkı, yerleşme ve seyahat hakkı, emeğe verilen bir değer olarak mülkiyet hakkı, haberleşme hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğü, özel yaşam hakkı, sağlık hakkı, vd…[6] Tüm bunların güvenceye alınması için bunlara yönelik saldırılar yasaklanmalıydı. Demek ki bazı yasaklar, özgürlükleri arttırıcı ve geliştirici, bazı yasaklar özgürlükleri daraltıcı ve gerileticidir. Öyleyse, üzerinde düşünmeden ezbere konuşarak, “Yasaklar kötüdür” önermesi, tek başına doğru bir ifade değildir.

Aileiçi ve yakın akrabalarla cinsel ilişkinin yasaklanması, basit bir gözlemle, diğer iki yasak gibi, makul ve mantıklı bir temele dayanıyordu. Uygarlıklar geliştikçe, çağdaş ifadeyle ‘temel haklar ve özgürlükler’ konusunda ‘insani standartlar’, beslenme konusunda ‘gıda kodeksi’, cinsel birliktelik için de ahlaki bir standart oluşmuştur. Çünkü standartsızlık, çoğu kez haksızlıklara ve zayıf olan tarafın hak kaybına neden olmaktaydı.

Gıda kodeksi konusunda Dünya Sağlık Örgütü’nün yıllık bültenleri incelenirse, hangi besinlerin insan sağlığına ne ölçüde zarar verdiği listelenmiştir. Yeri gelmişken, Kur’an’da yasaklanmış olan alkol ve domuz eti, DSÖ tarafından sağlığa zararlı besinler kategorisinde yer almıştır.[7]

Kabile toplumlarında, “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindir” felsefesi geçerliydi. Kabilenin bir keçisi kayboldu ise, kaybolan keçi, herkesin keçisiydi. Bir kişiye yapılan saldırı, tüm kabileye yapılmış sayılıyordu. Kabilenin oğlu veya kızı, başka bir kabilenin kızıyla ve oğluyla cinsel birliktelik yaşayacaksa, kabilenin, kabile şefinin rızası gerekliydi. Tarih boyunca çoğu kabile, kendi kızının veya oğlunun geçici cinsel birlikteliğine rıza göstermemiştir. Özellikle kız tarafı, buna asla izin vermezdi. Bir kabilenin kızıyla evlilik dışı cinsel birliktelik kabileye saldırıyla eşdeğerdi. Bu yüzden zinaya, tarihteki pek çok uygarlıkta ölüm cezası öngörülmüştür.[8]

Dil, tarih, kültür, duygu, vb. ortak değerlerden dolayı aynı ülkede yaşayan millet olgusunda evlilik rızası, zamanla kabileden aile büyüklerine geçti. Aile büyükleri rıza gösteriyorsa, evlilik gerçekleşiyordu. Gerek kabile topluluklarında, gerekse de milletlerde evlenecek kızın ve erkeğin rızasının alındığı da oluyordu. Ama bu, mutlak zorunlu değildi. İnsana değer veren, hak ve adaleti gözeten kesimlerde ve ailelerde bu rıza dikkate alınıyordu.

Evlenecek kişilerin rızasını aramak, zamanla evliliğin gerçekleşmesinde dinin ve hukukun temel şartı oldu. İnsanların reşit olmaları gibi, toplumların da reşit olmaları zaman almaktadır.

Reşit olmak, öncelikle evlilik hukukunu bilmeyi gerektirir; bu hukuk, kendi haklarını ve görevlerini kapsar. Reşit olmak, geleneksel iddiaların aksine belirli bir yaşa bağlı değildir.

Kur’an’da, Nisa, 4/6’da bildirildiğine göre evlilik için; a) Biyolojik erginlik (ergenlik/buluğ), b) Ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak fiziksel erginlik, c) Sosyo-ekonomik ilişkileri yürütecek zihinsel erginlik gerekir.

Kur’an-ı Kerim’de, nikahın (evlilik) kriterlerinde, reşit kişilerin kendi özgür iradeleriyle karşılıklı rıza göstermeleri ‘ana unsur’,  toplumsal normlara (örfe) uygunluk ise ‘temel şart’ olarak görülmüştür. (Bakara, 2/232; Nisa, 4/4,6; Nur, 24/32)

Reşit olmayan; akıl, irade ve vicdan gibi insani yetileri gelişmemiş birinin vereceği karar, taraflardan birinin hak kaybıyla sonuçlanmaktadır. Nitekim hukuk sistemleri, evlilik konusunda kişinin, ergin olmadan salt ergen olmasını yeterli bulmamış; çocuk yaştaki evlilikler, çoğu ülkede yasaklanmıştır. Bu yasak, özgürlükleri kısıtlayıcı değil, hakları koruyucudur.

Sorun, rüştünü ispat etmiş bir kişinin kendi iradesi ve rızasıyla bir başkasıyla günübirlik cinsel birliktelik yaşayıp yaşayamayacağıdır. Dünya çapında toplumsal normlara uygun görülmeyen bu argüman, bazı Batı ülkelerinde, toplum tarafından çok da tasvip edilmese de uygulanmaktadır. Bütün bir ömrünü günübirlik ilişkiyle sürdürmek, yine dünya çapında genel anlamda psiko-sosyal açıdan takdir edilen bir uygulama değildir. Bu açıdan, ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunan Kant (1724 – 1804), ahlakın evrenselliğini şu tezini hatırlamak yerinde olacaktır:

“Öyle davran ki, senin istencinin (iradenin) maksimi (öznel ilkesi) her zaman genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerlik kazanabilsin.”[9] Eylemin maksimi sınanarak genelde bir doğa yasası biçimini ala­mazsa ahlak bakımından olanaksızdır.[10]

Sorun, kişinin kendi bedeninin yalnızca kendisini ilgilendirip ilgilendirmediği ve kendi bedeni üzerinde dilediği biçimde tasarrufta bulunup bulunamayacağıdır. Kişinin bedeninin yalnızca kendisini ilgilendirdiği tezi, kulağa hoş gelse de, sağlığına dikkat etmediği zaman, sarhoş araç kullanıp kaza yaptığı veya uyuşturucu kullanıp hastanelik olduğu zaman, onun hastanedeki ilk ziyaretçileri ve refakatçileri, kendi yakın çevresi (annesi, babası, eşi, çocuğu) olmaktadır. Hatta kişinin imkanları yoksa, hastane masraflarını da yine onun için endişelenen yakınları karşılamaktadır. İnsanın kendi bedeninden yalnızca kendisi sorumlu, ama başına bir iş gelince yakın çevresi onun için seferber olmaktadır. Hırsızlık, taciz, tecavüz veya başkasına zarar vermek gibi yüz kızartıcı bir suç işlediği zaman, bundan ailesi de etkilenmektedir. Diğer taraftan, insan, kendi vücuduna zarar vereceği zaman, gerek yasalar, gerek toplumsal normlar, böyle bir durumda, ona müdahale etme hakkını kendinde bulabilmektedir.

Sorun, insanın kişiliğinden, karakterinden, işlediği suçlardan yakın çevresinin etkisinin sorgulanıp sorgulanmayacağıdır.

Geçici cinsel birliktelik yaşayan insanların yaptıklarından yakın çevreleri de etkilenmektedir. Ailesi (annesi ve babası, kardeşleri, kardeş çocukları, ninesi ve dedesi, dayısı ve amcası, teyzesi ve halası) bu yapılanlardan hepsi olmasa bile, bir kısmı, güven, itibar, saygınlık, değer vb. açılardan durduk ve haksız yere, olumsuz etkilenmektedirler. En azından evli çiftlerden birinin, bir başkasıyla geçici birliktelik yaşamasının, diğer eşi çok rahatsız ettiğine, çoğu insan tanıktır. Bu konuda empati kuran hemen herkes, benzer sonuca varacaktır. İleride kalıcı ilişki yaşayacağı kişinin, bu durumdan rahatsız olarak ve bunun etkisinde kalarak,  ilişkilerinin olumsuz etkilenip etkilenmeyeceğidir.

Nitekim bir hadis rivayetine göre, bir genç, Hz. Peygamber (as)’den zina yapmak için izin ister. Sahabenin gence tepkisine rağmen, Peygamber, genci yanına çağırır ve ona, tek tek sıralayarak, “Birinin annenle, kızınla, kız kardeşinle, halanla veya teyzenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi?” diye sorar. Genç, “Hayır, asla!” diye cevaplar. Peygamber de gence, “Evet, hiç kimse buna rıza göstermez” diye karşılık verir.[11] Bu yolla gencin, empati kurarak hatasının farkına varması sağlanır.

Sorun, geçici günübirlik cinsel ilişkinin, bir düşünce veya inanç sistemine dayanarak mı, yoksa  sadece içgüdüsel eğilimler ve dürtüsel etkilerle mi başvurulan bir yol olduğudur.

Sorun, geçici günübirlik cinsel ilişkinin, kişilik üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin saptanıp saptanmadığıdır.

Sorun, toplumsal normlara (örfe) uygun olmadığı için, hiçbir neden yokken, topluma duyurup duyuramama konusudur. Bu ise, ailenin ve çevrenin güvenini kötüye kullanma anlamına gelmektedir.

Allah, zina hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, yüz kızartıcı (fahiş) bir iş ve kötü sonuçlarıyla sıkıntıya sokucu bir yoldur.” (İsrâ, 17/32).

Bu yazımda, ilk yasakların ve özelde zinanın, basit gözlemle görünen bazı sakıncalarını ortaya koymaya çalıştım. Evlilik programlarında da görülen, çoğunlukla evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuğun, çoğunlukla biyolojik baba, bazen de biyolojik anne tarafından terk edildiği gözlemlenmektedir. Nesep sorunu ve ileride ensest riski; hamile kadının doğuracağı çocuğuyla tek başına kalarak mağdur olması; evlilik dışı ilişkiden doğan çocuğun sıcak yuvadan ve aile ortamında elde edeceği gelişim sürecinden mahrum kalması; cinsel hastalıklar;[12] kadının cinsel cazibesini kaybedince, değer görmemesi, vd., geçici cinsel birlikteliğin acı sonuçlarından bazılarıdır.

İnsan, kuşkusuz sadece biyolojik bir varlık değil. Onu diğer hayvanlardan ayıran, onu insan yapan şey, sahip olduğu ilkeler ve değerlerdir. Cinsel birliktelik, yalnızca çiftleşme gibi hayvani bir boyuta indirgenirse, insani nitelikler anlamını, önemini ve değerini yitirir.

Son olarak şunu eklemek yerinde olacaktır: Evlenecek insanların birbirlerini tanımaları, elbette bir süreç işidir. Bu süreçte insani ilişkilerini güçlendirecek, birbirlerini geliştirecek konularda birbirlerine emek vereceklerdir. Nitekim evlenmeyi planlayan kişilerin aralarında oluşacak olan güven ve sevgi sonucu evlilik gerçekleşecektir. Verilen emek, oluşan güven, kazanılan sevgi ve dostluk ne denli köklü olursa, evlilik de öyle köklü olacaktır.

 

Dipnotlar:

[1] İnsan Haklan Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Oylamaya katılan BM üyesi 48 devletin temsilcileri “olumlu” oy vermiştir. Türkiye de, “olumlu” oy verenler arasındadır. Bildiriye “karşı oy” veren çıkmamış fakat 8 üye devlet, çekinser oy kullanmıştır. Değişik nedenlerle çekinser oy kullanan ülkeler şunlardır: Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Güney Afrika Birliği ve Suudi Arabistan. Sovyetler Birliği ve onu izleyen beş “sosyalist” ülke, “soyut” birtakım özgürlüklere yer vermesi ve kişinin devlet karşısındaki ödevlerini yeterince belirtmemesi bakımından, Bildiri’yi “gerçekçi” bulmadıkları için; Güney Afrika Birliği, sosyal ve ekonomik hakların bu metinde yer almaması gerektiği görüşünde olduğu için: Suudi Arabistan ise, Bildiri’de benimsenen bazı ilkelerle, İslam ve Şeriat kuralları arasında bağdaşmazlık gördüğü için; çekinser oy kullandıklarını açıklamışlardır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca, oylama sonucunda kabul edilmiş bir karardır. Bu nedenle, teknik hukuk anlamında “tavsiye” niteliğindedir; dolayısıyla da “bağlayıcı” bir etkisi yoktur. (Rona Aybay, Açıklamalı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi)

[2] Erol Göka, Kanlı Hayvan Kurbanının Psikanalizi, s.119, Uluslararası Kurban Sempozyumu, 8-9 Aralık 2007, İstanbul, 2008.

[3] Sigmund Freud, Totem ve Tabu 1, s.66, Çeviren: Niyazi Berkes, Dünya Klasikleri, Cumhuriyet.

[4] Sigmund Freud, Totem ve Tabu 1, s.14-15.

[5] Sigmund Freud, Totem ve Tabu 1, s.21,24.

[6] Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekim, 2000, s.212

[7] Bkz. Turgut Çiftçi, Alkol ve Domuz Eti Polemiği: http://www.hakveadalet.com/alkol-ve-domuz-eti-polemigi

[8] Bâbil hukukunda zina suçunu işlerken yakalanan kadın, suç ortağı ile beraber suya atılırdı. Bu cezanın uygulanmasından kadını ancak kocası, suç ortağını da hükümdar affederse vazgeçilebilirdi. Henüz baba evindeki bir kızı iğfal etmek, idam cezasını gerektirirdi. Mısır ceza hukukunda zina, başkasının hakkına ve genel ahlaka tecavüz ve kanın karışmasına sebep olarak görüldüğünden zina eden erkeğin cinsel organı, kadının da burnu kesilirdi. Japon hukuku, tamamen Çin hukukuna benzemekteydi. Zina ve öldürme suçlarında bu hukukta da idam cezası uygulanmaktaydı. Moğol ve Türk Hukuku’nda, evli bir kadının ırzına tasallutun cezası, idam idi. Hint hukukunda Manu mecellesinde, zina eden kadının zina et­tiği için köpeklere yedirileceği, zina eden erkeğin de yakılacağı şeklinde yer almıştı. Âsur hukuku, zina, ırza tecavüz suçları hakkında ağır cezalar kabul etmiştir. Babasının evinde ikamet eden bir kadının kocasını aldatması, başka bir erkekle münasebette bulunması halinde, gerek kendisi ve gerekse suç ortağı öldürülürdü. Yunan hukukunda, erkek, karısını gayrimeşru münasebet halinde yakalarsa onu öldürebilirdi. Evli bir kadınla gayrimeşru münasebette bulunan erkek, idam edilirdi. Roma hukukunda Octavius zamanında yapılan Lex de Adulterus adlı kanuna göre, kızını kendi evinde veya damadının evinde bir erkekle gayrimeşru münasebet halinde yakalayan babanın, kızını ve onun suç ortağını; karısını bir erkekle gayrimeşru münasebet halinde yakalayan kocanın hem karısını ve hem onun suç ortağını öldürmesi suç değildi. İbrahim Çalışkan, İslâm Hukukunda Zina Suçunun Mahiyeti ve Cezası, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, cilt: XXXIII, s. 61-100 (Mahmud Es’ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1914. c. I, s. 49-157; Recai C. Okandan, Umumi Hukuk Tarihi Dersleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1951, s. 96-481)

[9] Kant, Pratik Usun Eleştirisi, s.55.

[10] Kant, Pratik Usun Eleştirisi, s.103. (Turgut Çiftçi, http://www.hakveadalet.com/ahlakin-sartlari-gosterisci-dindarlik-takva-ve-ihlas)

[11] Müsned, V. 256- 257

[12] Cinsel Hastalıklar: HIV (AIDS), Hepatit B; Bel soğukluğu (Gonore); Frengi (Sifiliz); Klamidya enfeksiyonu; Mikoplazma enfeksiyonu; Yumuşak çıban (Şankroid); Donovanoz (Granüloma İnguinale); Uçuk (Herpes Simpleks virüs enfeksiyonu); Siğiller (Genital Kondilomlar, HPV İnsan Papilloma Virüsü); Molluskum Kontagiosum; Trikomonas Vaginalis enfeksiyonu (https://www.seyahatsagligi.gov.tr/SeyahatOnerileri/CinselHastaliklar)

 

You may also like...

2 Responses

  1. derin dedi ki:

    Bu bağlamda eşcinselliği nasıl yorumlayabiliriz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir