Hakikat Arayışı

Düşüncelerinizi ve inancınızı belirleyen asıl unsur nedir?
Doğduğunuz yer ve aileniz mi?

Örneğin, Hristiyan bir ailede doğmuş olsaydınız Hristiyan mı olurdunuz?
Ya da, Yahudi bir ailede Yahudi?
Hindu bir ailede Hindu?
Ateist bir ailede Ateist?

İslam mezheplerini düşünelim mesela:
Hanefi bir ailede Hanefi?
Maliki bir ailede Maliki?

A tarikatına mensup bir ailede, A tarikatından;
B tarikatına mensup bir ailede B tarikatından?
Böyle mi olurdu?

Eğer hali hazırda sahip olduğunuz düşünceleri; okuyarak, düşünerek, sorgulayarak ve araştırarak elde etmediyseniz; muhtemelen öyle olacaktınız.

 

Hristiyan Katolik bir ailede doğmuş olsaydınız örneğin;
belki de,
Teslis (Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi) inancının yılmaz bir savunucusu;
kilisedeki Pazar ayinlerinin müdavimi;
geçmişte yaşamış, övüldükçe övülen azizlerin büyük bir hayranı olacaktınız.
Günah çıkarırken papaz karşısında gözyaşı dökecek, ayin sırasında oluşan ruhani atmosferden etkilenecektiniz.
Tüm bunları yaptığınızda ve hissettiğinizde, İsa’nın yolunda olduğunuzu zannedecektiniz.

Oysa dışarıdan / uzaktan onların inançlarına baktığımızda; yanlışlarını, akla ve mantığa aykırı kabullerini çok kolay ve net bir şekilde görebiliyoruz.

“Nasıl olabilir” diyoruz, hem “tek tanrıya inanıyorum” diyeceksin, hem de Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u tanrı olarak kabul edeceksin!

Bir taraftan “İsa tanrıdır” diyeceksin, diğer taraftan çarmıhta acı çektiğini ve öldüğünü söyleyeceksin!
Kiliseyi ve Papa’yı “yanılmaz” kabul edeceksin. Onları eleştirmeyi büyük bir günah olarak göreceksin. Onların sözüne Tanrı sözü gibi itibar edeceksin.

Dinin esaslarını İsa’dan 300 yıl sonra yapılan konsillerin kararlarına göre belirleyeceksin; üstelik onların pek çoğu İnciller ile çelişirken…

Neden? Kilisenin, “aziz” diye isimlendirilen kişilerin ya da Papa’nın yanılmadığının ve yanlış kararlar vermediğinin garantisi ne?

Kilise, azizler ve papalar gerçekten İsa’nın yolundan mı gidiyor?

Evet bu soruları korkmadan sorabiliyoruz ve rahatça bu yanlışları eleştirebiliyoruz.

Peki ya bu soruları onlar neden soramıyor?

İçlerinde doktor, mühendis, psikolog, sosyolog, tarihçi, ilahiyatçı, çeşitli alanlarda profesörlerin de olduğu milyonlarca inançlı Hristiyan bu soruları neden sormuyor?

Biz onların yerinde olsaydık sorar mıydık?
Ya da şimdi burada, din adına söylenen yalan yanlış bilgileri sorguluyor muyuz?

 

Maalesef ki, geçmişten günümüze kadar çoğu insanda şöyle temel bir problem olagelmiştir: Din konusunda akıl devre dışı bırakılmış; bu konuda düşünmek ve sorgulamak kötülenmiştir.

Neden böyle olmuştur?

Peygamberlerin ölümünden sonra birtakım insanlar, kendilerini din konusunda otorite görmüş; sıradan insanların ne kadar düşünürlerse düşünsünler kutsal kitapları anlayamayacağını, kendilerinin Yaratıcı ile insanlar arasında aracı olduklarını iddia etmiş, kendilerine bağlanan insanları dünyada ve öldükten sonra koruyup kurtaracakları vaatlerinde bulunmuşlardır. Bunun sonucunda asırlar içerisinde, Allah ile insanlar arasında aracı kılınan, yüceltildikçe yüceltilen, sorgulanamayan, dokunulamayan, kutsallaştırılan insanlar var olmuştur. Bu insanların her biri, dine yeni şeyler eklemiş veya dinden bazı şeyleri çıkarmış, dindeki bazı kavramların anlamını çarpıtmış ve peygamberlerin getirdiği dinin saflığının bozulmasına, ona yabancı unsurlar karışmasına neden olmuşlardır. İnsanları vahye değil, kendilerine çağırmışlardır. Bu şekilde din üzerinden güç, menfaat, saygınlık ve mevki elde etmişlerdir.

İşte Hristiyanların din konusunda geldikleri durum ortadadır. Kendilerini İsa’nın yolunda zannetmektedirler oysa farkına varmadan ondan çok uzaklaşmışlardır. Çünkü “azizler”, “papalar”, “kilise babaları”, “rahipler” diye isimlendirdikleri kişileri dini hükümleri belirleme noktasında Allah’a ortak kılmışlar, onları körü körüne izlemişler, sorgulamamışlar, onları eleştirmeyi sapkınlık olarak nitelemişlerdir. Onları Allah ile aralarında aracı görmüşler; onların helal dediklerini helal, haram dediklerini haram kabul etmişlerdir. Bu nedenle Allah onları rahiplerini ve peygamberlerini rab edinmekle eleştirmiştir. (Tevbe suresi, 31. ayet)

Bu şekilde insanlar tarafından kutsallaştırılan, sorgulanamaz kılınan ve din üzerinden güç ve menfaat elde eden otoriteler;  “düşünmek”, “aklı kullanmak”, “hakikati-vahyi araştırmak” gibi ifadelerden nefret ederler. Çünkü bunlar gerçekleştiğinde, kendilerine ihtiyaç kalmamakta, otoriteleri sarsılmaktadır. Belki de kendilerinin türettikleri yalanların ortaya çıkmasından endişe etmektedirler. Çevrelerinde kümelenen, kendilerine koşulsuz şartsız itaat eden insanların azalmasını istemedikleri için; din konusunda düşünmeyi, aklı kullanmayı, sorgulamayı kötülemişler; inançsızlık hatta sapkınlık olarak nitelemişlerdir. Bu niteleme topluma öyle bir sirayet etmiştir ki, dünyevi konularda aklını sonuna kadar kullanan, eğitim seviyesi yüksek kişiler bile din konusunda aklını kullanmaktan imtina etmişlerdir.

 

İnsanların bu konudaki endişelerinden bazıları şunlardır:

– Bu işler akılla anlaşılmaz, imanla olur; çok düşünmeyelim aksi takdirde yoldan çıkabiliriz.

– Bizler geçmişte yaşamış yüce şahıslardan, azizlerden, kilise babalarından daha mı iyi bileceğiz?

– Atalarımız asırlardır böyle inanagelmişler ayrıca günümüzde de milyonlarca insan bu şekilde inanıyor, hepsi mi hata yapıyor?

– Din dediğin vaftiz olmaktır, kiliseye gitmektir, ekmek-şarap ayinine katılmaktır, haç takmaktır; bundan ötesini çok kurcalamamak gerekir.

– Bunlar çok karışık, çok zor işler… Bizler anlayamayız.

 Bunlar ve bunlar gibi pek çok endişeler din konusunda aklı kullanmaya engel olmaktadır. Bunun sonucunda kutsal kitaplar bilimsel bir yöntemle ve temiz bir akılla incelenememekte, din konusunda konuşulanların denetimi ve sağlaması yapılamamaktadır. Dinde sağlam delillere değil; sözü edilen iddiaları kaç kişinin savunduğuna, onların ne kadar uzun süredir kabul edildiğine, dile getirenlerin kıyafetine, mevkiine, popülaritesine itibar edilmektedir.

 

 Hristiyanları gözlemlediğimizde bunların hakikati belirlemede ne kadar yanlış yöntemler olduğunu görebiliyoruz. Hristiyanlardan örnek vermemin nedeni, işte biraz bununla ilgilidir. Çünkü insanoğlu öteden beri uzaktakinin yanlışlarını daha kolay gören, daha kolay eleştiren, öğüt veren ve uzaktakine daha objektif bakan olagelmiştir. Uzaktakinin yanlışları söz konusu olduğunda genellikle bahanelere ve saçma gerekçelere sığınılmaz, olaylara daha objektif ve net bakılır. Nitekim Kur’an’da sıklıkla geçmiş kavimlerden, Yahudilerden ve Hristiyanlardan örnekler verilir, kıssalar anlatılır. Bunun nedeni onları yermek veya küçümsemek değildir. Yanlış inançların, davranışların ve hakikati bulma konusunda izlenen yanlış yöntemlerin örnekler üzerinden ortaya konulması ve onları okuyan herkesin bu yanlışlardan ibret alması içindir.

Konumuza dönersek, buradan bakınca Hristiyanların izledikleri bu yöntemlerin onları hangi durumlara sürüklediğini görebiliyoruz. Peki bu yöntemler sadece Hristiyanlar için mi yanlıştır?

Yani bir Hristiyan, atalarını körü körüne izlediğinde, din konusunda kılavuz olarak “çoğunluğu” gördüğünde, birtakım insanları yüceltip koşulsuz şartsız onlara itaat ettiğinde, ara sıra gördüğü yanlışları “ben anlamam” düşüncesiyle örtbas ettiğinde, düşünmediğinde, sorgulamadığında, araştırmadığında yanlış yollara sürüklenecek;

ANCAK BİZLER, Türkiye’de, Afganistan’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Suriye’de doğanlar, aynı yöntemleri izlediğimizde, sırf doğduğumuz yerden dolayı hakikat üzere olacağız öyle mi?

Hayır elbette.

Diyebiliriz ki; ama onlar Hristiyan, biz Müslümanız.

Peki hiç sorduk mu, bize İslam diye sunulan her şey gerçekten İslam’dan mı diye?
Asırlar içerisinde güç ve menfaat elde etmek için veya başka nedenlerle İslam adı altında yalanlar, iftiralar, hurafeler türetildiyse ve bunlara inanırsak halimiz nice olur diye?
Evet, sormamız gerekir; öğrendiğimiz, öğrettiğimiz ve yaşadığımız İslam; gerçekten Allah’ın insanlığa vahiyle bildirdiği İslam mı?
Hz Muhammed’in tebliğ ettiği İslam’a mı inanıyoruz?
Yoksa ona asırlar içerisinde pek çok yabancı unsur karıştırdık mı?

İşte bugün İslam ülkeleri denilen ülkelerin durumları ortadadır. Normalde barışın, adaletin, güvenliğin timsali olması gereken bu ülkeler; savaşla, haksızlıklarla, zulümlerle, geri kalmışlıkla öne çıkıyor. İslam ülkeleri “emin beldeler” olması gerekirken, insanlar oralardan kaçıp Batıya sığınıyor. Belki bu durumun nedenlerinden biri olarak dış faktörler gösterilebilir ancak ben büyük sorumluluğun kendimizde olduğunu düşünüyorum.

Adalet, merhamet gibi değerler altüst ediliyor;
kuru ezbere dayanan bir eğitim uygulanıyor,
şekle “öz”den daha çok önem veriliyor,
ilke merkezli değil kişi merkezli dini anlayışlar benimseniyor,
Kur’an’ın içindeki ilke ve değerlerden daha çok; kağıdına, mürekkebine, okurken çıkan sese değer veriliyor. Dolayısıyla mesajı ikinci planda bırakılıyor.
Kur’an’da hakikatin belirlenmesinde yöntem olarak sunulan “aklınızı kullanın, düşünün, bilmediğiniz konularda tartışmayın, delil isteyin” gibi emirler önemsenmiyor.

Durum o kadar ciddi ki; dünyada İslam’a düşman olan birileri, kendilerini Müslüman olarak tanıtsa, sakal bırakıp şalvar giyse, sırf İslam’ı kötü göstermek için kasıtlı olarak yapılabilecek en büyük zulümleri ve kötülükleri yapsa, arkasından da Allahu Ekber diye bağırsa; onlara bile inanıp peşlerinden gidecek, onların askerleri olacak yığınla insan var. Ve sayıları azımsanmayacak kadar çok. Kur’an’da açık bir şekilde masum insanları öldürenler lanetlenirken, Işid ve benzeri örgütlere hala katılımların veya desteklerin olması bu durumun açık örneklerinden biridir.

Bilmeliyiz ki hakikat evrensel ise, ona ulaşmanın yöntemi de evrenseldir.

Hakikat arayışı bütün insanlar üzerine farz olan bir sorumluluktur. Amerika’da, Almanya’da, Hindistan’da, İsrail’de, Norveç’te, Vatikan’da, Çin’de doğan insanların hakikati bulmak için ne kadar düşünme, okuma, araştırma, aklını kullanma sorumluluğu varsa; Suriye’de, Türkiye’de, Libya’da, Arabistan’da doğan insanların da aynı oranda hakikati arama sorumluluğu vardır.

Bu ülkelerden herhangi birinde yaşayan, dünyaya sorgulayıcı gözle bakan, kendisiyle, dünyayla, yaşam amacıyla ilgili bir hakikat arayışı içinde olan biri olduğunuzu varsayın.

Yaşadığımız Dünya’ya, tabiata, canlılara, yıldızlara bakınca; tüm bunların tesadüfen oluşamayacağını, bunların kaynağında bilinçli üstün bir gücün olması gerektiğini görebiliyoruz. Evet, kimileri bundan kuşku duysa da, ciddi olarak mikro ve makro evren üzerinde düşünüldüğünde bu sonuca varılacağı kanısındayım.

 Bu gerçeği kabul eden kişilerin; yaratan, yaşatan ve evreni yöneten bu üstün gücün kendilerine bir mesajının olup olmadığını merak etmeleri doğal bir sonuçtur. Ve şu işe bakın ki, tam da bu üstün güç tarafından tarihin belirli dönemlerinde insanlığa gönderildiği iddia edilen birtakım kitaplar var. (İnanmayanlar için durum, “iddia edilen” boyutundadır.) Bu kitaplar arasında en son gönderilenin en güncel olması da doğal bir sonuçtur. Asırlardır insanlar bu kitapları kutsal kabul ediyor ve önemsiyor. Dolayısıyla, hayatı, varoluşu, dünyaya geliş amacını önemseyen herkesin şu sorular aklını kurcalar, kurcalamalıdır: Bu kitaplarda neler yazıyor? İnsanların din hakkında söyledikleri şeyler bu kitaplara mı dayanıyor? Bu kitaplar doğru mu anlaşılıyor? Onlara inanmayan kişilerin bile Allah’tan geldiği iddia edilen(!) bu kitapları geçiştirmeden, ciddi bir emek harcayarak okumaları ve incelemeleri hayatlarıyla ilgili önemli bir sorumluluktur. Çünkü içeriğini bilmeden bir kitabı kabul etmek de reddetmek de bilinçli bir kabul veya red olmayacaktır.

Bu kitaplar incelenirken, onların akla ve vicdani değerlere uygunluğu, içlerinde çelişki barındırmaması, bireysel ve toplumsal açıdan doğru ve adaletli mesajlar içermesi gibi etmenler; onların Allah’tan olup olmamasının en önemli delillerindendir. Tabii bu çalışmayı yaparken, asırlar içerisinde kelimelerin anlam kaymasına uğrama veya yanlış tercüme edilme ihtimallerini göz önünde bulundurmak gerekir. Bir veya birkaç cümleyi cımbızla çekip almamak, onları kitabın bütünlüğü içerisinde değerlendirmek, kitaptaki genel ilkeleri ve istisnaları birbirinden ayırt etmek gerekir. Yani, yüzeysel bir okuma ile bir yargıya varmak doğru değildir.

Aşağıdaki ayette de buyurduğu gibi; insan, Allah’ın kendisine bahşettiği duyu organlarını, aklını ve vicdanını kullanarak, emek harcayarak, kesin bilgiyi aramalı ve kesin bilgiyi izlemelidir.

“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” İsra 36

Allah, Kur’an’ın kendi katından olduğunun en önemli delili olarak içinde çelişki olmamasını ifade etmiştir. Bir metinde çelişki olup olmaması, ancak akılla anlaşılabilecek bir şeydir. Bu durum bile Allah’ın aklı kullanmaya verdiği önemi göstermektedir.

“Hâlâ Kur’an’ı iyice düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.” 4Nisa/82

Nitekim bilimsel olarak bir metnin doğruluğunu belirleyen şey, mantık ilkelerine uygun oluşudur. Mantık ilkelerinin en önemlisi, çelişmezlik ilkesidir.

 

Kur’an’da hakikat arayışı sırasında dikkat edilmesi veya kaçınılması gereken yöntemlerden söz edilmiştir. Bunlardan bir kaçını inceleyelim:

  1. Sağlam delillerle temellendirilmemiş bilgilere itibar edilmemelidir.

“Yoksa ondan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Haydi getirin delilinizi! İşte benimle beraber olanların kitabı ve işte benden öncekilerin kitabı… Şüphesiz çokları hakkı bilmezler de bu sebeple yüz çevirirler.” Enbiya 24

“Yoksa başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? De ki, “Eğer doğru söyleyenler iseniz kesin delilinizi getirin.” Neml 64

  1. Bir iddiayı kaç kişinin savunduğu, onun doğruluğuna delil değildir. Çoğu zaman hakikat azınlıkta kalmıştır. Ayrıca zan yani şüphe içeren bilgiler ile bir yargıya varmamak gerekir.

 

“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” En’am 116

 “İnsanların çoğu şükretmez.” Bakara 243

“İnsanların çoğu inanmaz.” Hud 17

“İnsanların çoğu bilmez.” Yusuf 40 

 

  1. Babamızdan, dedemizden ya da çevremizden gördüğümüz geleneğe körü körüne uymak doğru değildir. Bu gelenek asırlar da sürse (Hristiyanlık örneğinde olduğu gibi), yanlış olabilir.

 “Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. Ya ataları, akıllarını kullanmamış ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” Bakara 170 

  1. Bilgi sahibi olunmayan konularda tartışmamak, yani takım tutar gibi fikir tutmamak gerekir. 

“İşte sizler böylesiniz; hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz?” Al-i İmran 66 

  1. İnsanları Allah’a daha fazla yaklaştıracağı vaatlerinde bulunan kişilere kanıp da onları körü körüne izlemek doğru değildir. Üstelik hiç kimse insana Allah’tan daha yakın değildir ki, Allah ile insanlar arasında aracı olsun! Allah insana şah damarından daha yakındır, dualarını, gizli ve açık yaptıklarını, dualarını duyar. 

“Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’nun yanı sıra veliler edinenler: “Biz, onlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” derler. Elbette Allah, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı ve nankör olan kimseyi hidayete erdirmez.” Zümer 3

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” Kaf 16

“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” Bakara 186 

  1. Din konusunda kendilerini otorite gören din adamlarını da körü körüne izlemek doğru değildir. Her birey, din konusundaki bilgilerinin doğruluğunu test etmekten sorumludur. Ayrıca peygamberleri dahi aşırı derecede yüceltmek, onlara üstün/ilahi nitelikler yakıştırmak doğru değildir.

“Onlar, Allah’ın yanı sıra hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar, tek ilah’a kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” Tevbe 31

“Allah’ın yanı sıra kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Yusuf 40 

 

  1. Aklı kullanmak ve düşünmek olmazsa olmazdır.

“Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” Bakara 44, Al’i İmran 65, En’am 32, A’raf 169, Yunus 16, Hud 51, Yusuf 109, Enbiya 10, Enbiya 67, Mü’minun 80, Kasas 60, Saffat 138

“Aklınızı kullanasınız diye…” Bakara 73, Bakara 242, En’am 151, Yusuf 2, Nur 61, Mü’min 40, Zuhruf 3, Hadid 17

“Aklını kullanan bir topluluk için…” Bakara 164, Ra’d 4, Nahl 12, Nahl 67, Ankebut 35, Rum 24, Rum 28, Casiye 5

“Eğer aklınızı kullanırsanız…” Al’i İmran 118, Şuara 28

“Onların çoğu akıllarını kullanmazlar” Maide 103, Ankebut 63, Hucurat 4

“Bu, onların akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır” Maide 58, Haşr 14

“Şüphesiz, Allah katında, yeryüzünde hareket eden canlıların en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir” Enfal 22

“O akıllarını kullanmayanların üzerine bir pislik yerleştirir”: Yunus 100

“Siz hiç düşünmez misiniz?”En’am 50 Yunus 3, Hud 24, Hud 30, Nahl 17, Mü’minun 85, Saffat 155, Casiye 23

“Onlar hiç Kur’an’ı düşünmüyorlar mı?” Nisa 82, Muhammed 24

 

Kur’an’da bildirilen; doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt etmek için izlenmesi gereken bu yöntemler; aklını kullanan herkesin doğru bulacağı yöntemlerdir. İşte bu, akıl ve vahyin birbiriyle uyum içinde olduğunun göstergelerinden biridir. Zaten akıl da vahiy de Allah kaynaklı ise, birbiriyle nasıl çelişebilir? Tabii ki aklı yeterince ve doğru kullanmamak, birtakım ideolojilerin gölgesi altında düşünmek ya da vahyi doğru anlamamak bu uyumu bozacaktır. İşte bu nedenle yüzeysel ve ciddiyetsiz çalışmalar kişiyi hakikatten uzaklaştırabilir.

Din konusu, hayatımızdaki en ciddi konuların başında gelmektedir. Bu konuyu geçiştirmek ya da tamamen başkalarının iradesine, emeğine, aklına bırakmak doğru değildir. Bununla, şimdiye kadar yapılmış çalışmaları çöpe atmayı, onlardan hiç yararlanmamayı kastetmiyorum. Elbette insanların düşüncelerinden, emeklerinden yararlanmak gerekir. Ancak yanlış olan nokta; onlardan sadece birine takılıp kalmak, yazarın adını sözüne delil saymak (şu kişi söylediyse doğrudur), öne sürülen iddialara sağlam deliller getirilip getirilmediğini önemsememektir.

 

Son olarak, hakikat arayışı konusunda bir noktaya daha değinmek istiyorum.

Yine Hristiyanlardan örnek verirsek; din konusunda okuyan, düşünen, çevresine sorgulayıcı gözlerle bakan bir Hristiyan düşünelim. Zamanla Papa’nın, rahiplerin, kilisenin bazı sözlerinin İncille çeliştiğini; bazılarının akla, mantığa veya vicdana ters düştüğünü fark ediyor. Bu düşüncesini çevresiyle paylaştığında nasıl tepkiler alır?

 Şöyle tepkiler olabilir mi mesela:

Bizler bu konuları anlayamayız ayrıca bu işler akılla anlaşılmaz, iman etmen gerekir.
Papa, şu rahip ya da şu aziz yanlış mı söylüyor? Onları nasıl inkâr edersin?
Yüzlerce yıldır gelmiş geçmiş bu kadar âlim bilmiyor da bir sen mi biliyorsun?
Son yıllarda şöyle sapık hocalar çıktı, yoksa sen de onlardan mısın?
Şu kişi ne kadar etkileyici anlatıyor, ne kadar özgüvenli duruyor; bu kişiye nasıl yanlış söylüyor dersin?
Bak bu kadar düşünmek iyi değildir, dikkat et yoldan çıkarsın.

 

Tahmin edileceği gibi sorgulanmasından en fazla rahatsızlık duyulan alan din konusudur. Çünkü din, insanlar tarafından zamanla kutsallar ve dokunulmazlar alanı haline getirilmiştir. İnsanoğlu tarih boyunca din konusunda hep aynı hataları yapmış ya birtakım nesneleri ya da birtakım insanları yüceltmiş, dokunulmaz kılmıştır. Bunun sonunda onların yönlendirdiği tarafa sorgusuz sualsiz yönelmiş, hakikatten uzaklaşmıştır. Bu nedenle peygamberler geldiğinde en çok bu sorunla mücadele etmişlerdir. Bu “kutsal” bildikleriniz aslında “kutsal” değildir; onlara sorgusuz sualsiz itaat etmeyin, onlardan medet beklemeyin, onlara koşulsuzca bağlanmayın demişlerdir. Ancak peygamberlerden sonra insanlar bu yüceltme eğilimlerine kısa sürede geri dönmüşlerdir. Hatta peygamberleri dahi bu durumun bir parçası haline getirmişler; mesajlarını geri plana iterek kendisini yücelttikçe yüceltmişlerdir.

 

Unutmayalım, yanlış yolda gördüklerimizle aynı yöntemleri izleyerek doğru yolda olmayı bekleyemeyiz. Hedefe yürümeden önce, rotamızın doğru olup olmadığından emin olmak zorundayız! Allah bu konuda bizlere inanılmaz büyük nimetler vermiştir; kitap vermiştir, akıl vermiştir, duyu organları vermiştir. Bu nimetler sayesinde; geçiştirmeden, temiz bir akıl ve saf niyetlerle araştırdığımızda doğru rotayı bulmak zor değil.

 

“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” İsra 36

 “Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız / hesaba çekileceksiniz.” Zuhruf 44

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir