Dini İnançların Delilsiz Dayanaksız Bilgiler Üzerine İnşa Edilmesi
Temellendirilmemiş, sağlam bir kanıta dayanmayan bilgiler ile dini inançların şekillendirilmesi, neredeyse bütün dinlerin mensuplarında görülen temel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini inançların halk arasında çoğunlukla hikâyeler ve söylentiler yoluyla yayılması, saflığının bozulmasına yol açmakta, dinlerde senkretik unsurların meydana gelmesine neden olmaktadır.
İnsanlar; gizemli, puslu, efsanevi inanç ve uygulamalardan hoşlanmakta, bu konulardaki ilgi ve merak düzeyi, bunların hızlı bir şekilde yayılmasına yol açmaktadır. Bu tür inanç ve uygulamaların gerçekliğinin sorgulanması, kutsala dokunmak ya da dinin kendisini sorgulamak şeklinde algılandığı için, çok nadir gerçekleşmekte; çoğu kişi, aynı algıdan dolayı bu eleştirilere kulak tıkamaktadır.
Aklı kullanmamak, sorgulamamak, her söylenene inanma eğiliminde olmak gibi sorunlar, her konudaki genel problemler olmakla birlikte, din konusunda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Oysaki dünyevi alışverişler söz konusu olduğunda, bu problemlerin en aza indiğini söyleyebiliriz. Örneğin, bilgisayar satın almak isteyen kişilerin, “şu bilgisayar iyidir, bunu al” türündeki sübjektif görüşleri pek dikkate almadığını biliyoruz. “İyi” denmesinden ikna olmaz, onun iyiliği yönünde birtakım veriler olmasına dikkat ederler ve bu yönde sorular sorarlar. “Hard diski kaç GB’tır, işlemcisi kaç ghz’dir, ekran genişliği ne kadardır, ekran kartı özellikleri nedir ve bunlara ek olarak fiyatı ne kadardır” gibi onlarca soru sorarlar. Esasında bu sorular, bilgisayarın iyi olup olmadığı noktasında bir delil / kanıt arama çabasından başka bir şey değildir.
Ancak söz konusu din olduğunda, soru sorma ve kanıt arama çabası minimuma inmektedir. “Biliyor musun şu çok günahmış”, “şu türbeye gidince dilekler kabul oluyormuş”, “müzik dinlemek harammış, sonra melekler eve girmiyormuş”, “bir zamanlar peygamberimiz şöyle şöyle demiş”, şeklindeki sözlerin genellikle bir temele dayanıp dayanmadığına bakılmaksızın kabul gördüğüne şahit olmaktayız. Bu tür konularda, “bu bilginin kaynağı nedir, nerede yazıyor, doğru anladığından emin misin” türünde soruların hoş karşılanmadığını biliyoruz.
Toplumumuzda, bu şekilde efsanevi hikayeler yoluyla yayılan dini unsurlardan en dikkat çekeni; türbe, yatır gibi ziyaret yerleriyle ilgili anlatılardır. Buna Bitlis’te bulunan Abdurrahman Dede Türbe’sini örnek olarak verebiliriz. Abdurrahman Dede’yle ilgili anlatılan mitolojik öykü şöyledir: “Abdurrahman Dede her akşam evine giderken elindeki bastonla bahçesinin etrafını çizermiş. Bir gece hırsız, dedenin bahçesine girip torbasını tıka basa doldurmuş; tam çıkacakken bahçe birden duvarla çevrilmiş. Hırsız duvara tırmandıkça duvar yükseliyormuş. Sabah olup da Abdurrahman Dede bahçeye gelince bastonuyla duvara dokunmuş ve duvar yok olmuş. Çaldığı malları helal ettikten sonra hırsızı göndermiş.”
Bu öyküde, kutsallaştırılan ve kendisine insanüstü vasıflar atfedilen bir kişilik görmekteyiz. Bu kişi doğaüstü bir şekilde hırsızın geldiğini anlayıp bir anda duvar meydana getirmiş, sonra da o duvarı hiçbir malzeme kullanmadan yükseltmiştir. Peki gerçekten böyle midir? Yoksa bu, insanlar tarafından çeşitli gerekçelerle uydurulmuş bir masaldan mı ibarettir? Bu öykü, türbe ve yatırlarla ilgili anlatılan yüzlerce olağanüstü anlatıdan sadece biridir. Bilimsel açıdan gerçek olması mümkün olmayan bu hikayenin dini açıdan gerçekliğini sorgulayalım. Kur’an incelendiğinde, gaybı sadece Allah’ın bildiği, peygamberlerin bile böyle insanüstü özelliklere sahip olmadığı, Allah’ın izniyle sadece belli başlı mucizeleri gerçekleştirebildikleri ve o mucizeleri de kendi menfaatleri veya kişisel sorunları için değil, Allah’ın dinini tebliğ etmek amacıyla kullandıkları görülebilir.
Peki dini açıdan da bir temele dayanmayan bu hikâyeye inanmak ve bu inanca yönelik bir yaşantı içinde olmak nasıl değerlendirilebilir? Öyküde sözü geçen üstün vasıflara sahip olan kişi, bu üstün özellikleri sayesinde başka insanları da gıyabında görebilir; zor anlarında yetişip onlara yardım edebilir; onlara ev, araba, eş sağlayabilir. Buna inanan insanlar, gidip ondan medet bekler (ona dua eder), istediği şeyler gerçekleşirse ona teşekkür eder (şükreder) ve yine onun bu niteliklerini çevresindekilere anlatır, sıkça ondan, onun üstün özelliklerinden(!) söz eder (onu zikreder). Oysa İslam dinine göre tüm bu fiillerin sadece Allah’a gerçekleştirilmesi gerekir. Fatiha suresinin 4. ayeti olan “biz sadece sana kulluk eder, sadece senden medet bekleriz” ayeti bunu ifade etmektedir. Aklını kullanan, düşünen, sorgulayan, araştıran kişilerin bu sonuca varması zor değildir. Ancak, yine hiçbir temele dayanmayan bir algı vardır ki; aklı kullanmanın ve düşünmenin önünü tam anlamıyla kesmektedir. Bu da aklı ve dini birbiriyle karşıt olarak görmek ve aklı kullanmayı dinen kötü bir fiil olarak kabul etmektir. Oysa yine okuyan ve araştıran insanlar görebilirler ki, AKL kökünden gelen “aklı kullanmak” fiili Kuran’da 49 yerde geçmektedir ve o ayetlerde aklı kullanmak emredilmekte, akıllarını kullanmayanlar ise sert bir şekilde eleştirilmektedir. Örneğin, bu ayetlerden 13’ünde “hala aklınızı kullanmayacak mısınız” ya da “hiç düşünmüyor musunuz” şeklinde kınama ifadeleri geçmektedir. (Bkz. 2/44, 76 3/65 6/32 7/169 10/16 11/51 12/109 21/10, 67 23/80 28/60 37/138) Bunun yanı sıra “eğer doğru sözlüyseniz, kesin delilinizi getirin” (2/111 27/64 28/75) ayeti; doğru ile yanlışı ayırt etmede delilin önemini ortaya koymaktadır. Bu ayetler de göstermektedir ki, çevreden duyduğumuz bilgilerinin doğru olup olmadığını belirlemede, “delil” önemli bir kriter olmalıdır.
Çevremizde bu ve benzeri durumlara sıkça rasgelsek de, bu sorunun sadece Müslümanlar arasında değil, çok daha fazla olarak diğer dinlerde de yaygın olduğu, gözlemlerden ve dinler tarihi araştırmalarından bilinmektedir. Hatta Hıristiyanlığın temel inanç esaslarının, Kitab-ı Mukaddes yerine Pavlus’un gördüğünü iddia ettiği bir vizyon ve konsillerde alınan kararlar üzerine inşa edilmesi, bu sorunun en tipik örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Nitekim Hıristiyanlığın kurucusunun İsa değil, Pavlus olduğu yönünde ciddi iddialar mevcuttur. Bilindiği gibi, İsa’nın Tanrı’nın oğlu ve Rab olarak tanımlanması, oğul İsa’nın çarmıhta öldükten sonra tekrar dirilip yükselmesi inancına dayalı Haç teolojisi, Mesih’i merkeze alan Kristosentrik tarih anlayışı, tanrısal hukukun Mesih’le birlikte işlevini tamamlamış olduğu kanaati ve hukukun yalnızca bir tek hususa “sevgiye” indirgenmesi Hıristiyanlığın karakteristik özellikleri arasındadır. Bu karakteristik özelliklerin büyük çoğunluğu temelde Pavlus’un sözlerine dayandırılmaktadır. Bunlar, İsa peygamberin tebliğinde yer almamaktadır. Hatta Sinoptik İncillerde yer alan bazı ifadelerden, onun tam tersi yönde mesajlar verdiğini görmekteyiz. Bu nedenle aralarında birçok Hıristiyan bilim adamının da yer aldığı çeşitli araştırıcılar, bu karakteristik özelliklere sahip olan Hıristiyanlığın; İsa’nın öğretileri doğrultusunda oluşturulan bir din olmadığını dolayısıyla da İsa’nın “ilk Hıristiyan” olarak adlandırılamayacağını ifade ederler. (bkz. Şinasi Gündüz, “Hıristiyanlık”)
Hıristiyan kaynaklarına göre Pavlus, İsa’yı hiç görmemiş ve tanımamış koyu bir Yahudi’dir. Kaynaklarda onun İsa taraftarlarına düşmanlık duyduğu, onlara eziyet ve işkencelerde bulunduğuna ilişkin bilgiler mevcuttur. Ancak iddiaya göre, Şam’a giderken gördüğü bir vizyondan sonra, bu düşmanlığın yerine İsa Mesih’in elçiliği görevini üstlenmiştir. Bu vizyonla ilgili anlatıya göre; Pavlus, baş kahinden aldığı görevlendirme yazısıyla Şam’daki İsa yanlısı ayrılıkçıları tutuklayıp Kudüs’e getirmek amacıyla Kudüs’ten Şam’a bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğunda Şam’a yaklaştığı bir sırada, öğle vakti birdenbire gökten gelen ve adeta gözleri kör eden bir ışığın çevresini aydınlattığını görür. Işık o kadar güçlüdür ki, Pavlus’un gözleri görmez olur. Bunun etkisiyle yıkılan Pavlus’a bir ses, “Saul, Saul, bana neden zulmediyorsun?” der. Ve yine anlattıklarına göre, orada duydukları neticesinde, Hıristiyan olur; İsa’nın elçiliği görevini üstlenir. İsa’yı hiç görmemiş olan Pavlus, bu hikâye neticesinde, Hıristiyanlıktaki en önemli aktörlerden biri olagelir.
Pavlus’un Hıristiyan oluşuyla yeni bir ivme kazanan Hıristiyanlık, onunla beraber gelen fikrî ayrılıklar ve tartışmalarla çalkalanmaya başlar. Bu tartışmalardan biri de Tevrat’taki hukuka bağlılığın gerekli olup olmadığı konusudur. Bu konuyla ilgili olarak Petrus ve Pavlus M.S. 49-50’de Kudüs’te havarilerle yaptıkları toplantıda, kurtuluş için tanrısal hukuka (Tevrat’taki hükümlere) bağlı olmanın gerekli olmadığına, dolayısıyla diğer uluslardan (Gentilelerden) dine yeni girenlere zorluk çıkartılmamasına karar vermişlerdir. Onların verdikleri bu kadar, bugünkü Hıristiyanlıktaki üç ana mezhep olan Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıkta kabul edilen, hukuka uymanın ve bağlı olmanın gerekmediği, sadece İsa’ya inancın -diğer bir ifade ile İsa’nın insanların günahlarına kefaret olarak kendini kurban ettiğine olan inancın- yeterli olduğuna dair kabulün temelini oluşturmaktadır. Oysa Hıristiyanların %98’inin kabul ettiği bu inancın İncillerde bir temeli bulunmamakta, aksine Tevrat’taki hukukun hepsine uyulması gerektiği net bir şekilde vurgulanmaktadır:
“Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim. Size doğrusunu söyleyeyim, yer ve gök ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile yok olmayacak. Bu nedenle, bu buyrukların en küçüğünden birini kim çiğner ve başkalarına öyle öğretirse, Göklerin Egemenliği’nde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliği’nde büyük sayılacak.” (Matta 5:17-19)
Matta’da geçen bu ifadeler, çok açık bir şekilde, hukukun (yasanın) bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. Orada buyrukların en küçüğünü bile çiğneyenlerin Tanrı nezdinde küçük, o buyrukları yerine getirenlerin ise büyük sayılacağı net bir şekilde belirtilmişken; Pavlus ve diğerlerinin, hukukun geçerliliğini yitirdiği ve İsa’ya imanın yeterli olduğu yönündeki düşünceyi, Hıristiyan inancının merkezine yerleştirmeleri ve günümüze kadar Hıristiyan çoğunluğunun bunu sorgulamadan kabul etmeleri nasıl açıklanabilir? Bu örnek de yine, dinle ilgili aklı kullanmanın ve sorgulamanın ne denli az olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Petrus ve Pavlus’un toplantı yaparak dini hükümler konusunda karar almaları, Hıristiyanlık tarihinde insan eliyle dine müdahale edilmesinin tek örneği değildir. Onlardan sonra da Hıristiyan dini liderler, defalarca “konsil” adı altında toplanmış ve temel dini inançları bu yolla belirlemişlerdir. Bu konsillerden 7 tanesi, hem Doğu hem de Batı Kiliseleri tarafından ökümenik kabul edilir. Onların ilki ve en önemlisi kabul edilen ve 325 yılında toplanan İznik konsilinde; İsa Mesih’in Tanrı oğlu ve aynı zamanda Tanrı’nın kendisi olduğuna, Baba tanrı ile aynı özden olduğuna, yerdeki ve gökteki her şeyin onun için yaratıldığına, insanlığın asli günahına kefaret olarak onların kurtuluşu için inip bedenlendiğine ve ızdırap çektiğine karar verilmiştir. Bugün “teslis” olarak isimlendirilen düşüncenin temelleri atılmıştır. Hıristiyanların temel inanç esaslarının, kitaptan bir delile dayanarak değil de bu şekilde din adamlarının toplanıp karar vermesi ile belirlenmesi ve bunun hiç sorgulanmaması ilginçtir. Bu konsillerde alınan kararlar, yanılmaz kabul edilmiştir, sorgulanması aforoz sebebi sayılmaktadır.
Oysa Kitab-ı Mukaddes incelendiğinde, onun hiçbir yerinde “teslis (üçlü birlik)” kavramının geçmediği görülebilir. Ayrıca, özellikle Sinoptik İncillerde (Matta, Markos, Luka), sık sık tek tanrı vurgusu yapılmaktadır. Bu vurgulardan biri de şu ifadelerdedir: “…bir din bilgini yaklaşıp O’na, “Buyrukların en önemlisi hangisidir?” diye sordu. İsa şöyle karşılık verdi: “En önemlisi şudur: ‘Dinle, ey İsrail! Tanrımız Rab tek Rab’dir. Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin…’ (Markos 12:28-30) Tanrı için teklik vurgusunun yanı sıra İsa için de sıklıkla “insanoğlu” terimi kullanılmaktadır. Dört İncil’de bu terimin geçiş sayısı 82’dir. Dolayısıyla, Kitab-ı Mukaddes’te somut bir kanıtı olmamasına üstelik de tersi yönde mesajlar yer almasına rağmen, teslis konusu, konsillerden hareketle Hıristiyanlığın en temel inanç esası olabilmiştir.
Kur’an’da tam da bu nedenle Yahudi ve Hıristiyanlar, din adamlarını ve peygamberlerini rab edindikleri ve onlara kulluk ettikleri gerekçesiyle kınanırlar.(Tevbe 31) Hıristiyanların İsa Mesih’i rab olarak görmeleri, teslis inancıyla ilişkilendirilmektedir. Ancak “rahiplerini rab edinmeleri” tartışılagelmiş bir konudur. Çünkü Hıristiyanların rahiplerini tanrı olarak görmedikleri; onlara yaratıcı, yaşatıcı ya da evreni yönetici gözüyle bakmadıkları bilinmektedir. Bu ayetle ilgili rivayetlere bakıldığında, ayet nazil olduktan sonra, Hz Peygamberin de benzer sorularla karşılaşmış olduğunu görmekteyiz. Kendisi de bir rahip olan Adiyy İbnu Hatim, Hz. Muhammed’den bu ayeti işittiğinde, “onlara kulluk etmiyorlar ki” şeklinde tepki göstermiştir. Hz. Muhammed’in bu tepkiye cevabı ilginçtir: “Onlar Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sorunca; Adiyy İbn Hatim: “Evet” demiş, Resulullah da “İşte böylece onlara kulluk ediyorlar” demiştir.
Burada da dile getirilen konu yine; aklı kullanma, sorgulama ve kanıt arayışı olmaksızın dini inanç ve hükümlerin belirlenmesidir. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, bu yollardan biri; bazı kişileri veya kurumları yanılmaz ve sorgulanamaz addetmek, onlara koşulsuz bir bağlılık ve itaat içine girmektir. Aklı kullanmanın ve sorgulamanın önündeki en önemli engel budur. Bunun yanı sıra; atalardan gelen kalıplaşmış dini gelenekleri, hiçbir süzgeçten geçirmeden öylece kabul etmek de, Kuran’da kınanan durumlar arasındadır. Benzer şekilde, çoğunluğun söylediği şeyleri, sırf çok sayıda insan öyle inanıyor veya düşünüyor diye benimsemek; ya da kesin olmayan zanni bilgileri izlemek; yine bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da kınanan konular arasındadır. Konuyla ilgili olarak aşağıdaki ayetler incelenebilir:
2Bakara/170: “Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”
6En’am/116: Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.
17İsrâ/36: Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.